28.09.2009

Total Futbol Şovenizmi


Rijkaard'ın Galatasaray'ın başına geçmesi ile futbolumuzda "5 dakkada beşiktaş" tarzı bir devrim yaşanacağını sandık. Zannettik ki, birkaç hazırlık maçı ve idmandan sonra, hayatları boyunca hücuma katılma anlayışları doldur-boşalt ve duran topta zamansız kafa topuna çıkmak olan defans oyuncuları, yılların ataletini üzerinden atıp, sadece dikine oynamayı düşünen oyunculara dönüşecek, beklerimiz de yıllardır çeyizlerinde sakladıkları hücum yeteneklerini yeni kocalarına pardon hocalarına çekinmeden gösterecekler, milli takımımız bir Maicon, Cafu ya da Thuram gibi beklere sahip olacak. Sağda solda, total futbol uzmanı geçinenlerin unuttuğu ufak bir detay dışında, işleyecekmiş gibi duran bir plandı. Unuttukları şey şu idi: total futbol sadece total oyuncularla oynanır...



Bir kere şunu anlamakta fayda var, 70lerdeki Ajax'ın oynadığı "Total Futbol", günümüzde göre nispeten çok daha düşük tempoda oynanan futbol oyununun, kimi zaman dar alana sıkışan, bireysel yeteneklere çok bağlı kısır oyununu, oyunu geniş alana yayıp, topun dikeyde ve yatayda boş alanlar arası transferini sağlayarak, 60lardan kalma kısır futbolu kırmak için geliştirilen bir çabaydı. Top sol kanattayken, bir uzun yan topla, boş olan sağ kanada atılır, atağın yönü tek pasla değişebilir, ara paslar ve kanattan bindirmelerle rakibe 2 değil gerektiğinde 5-6 forvetle birden saldırılır, yoğun pas trafiğine fiziksel ve mental olarak dayanamayan rakip de daha gol yemeden çökerdi. Hollandalılar, Almanlar dışında bütün Avrupa'yı çok hazırlıksız yakalamıştı, bu tempo ve hücum kombinasyonlarına pek çok takım başta dayanamadı, Ajax bir süreliğine yenilmez armada olarak dünya futbolunun tepesinde durdu. Fakat ilginçtir, total futbolun yaratıcıları Rinus Michels ve Johan Cryuff'un ortak Barcelona kariyerleri, daha yetenekli oyuncular ve daha zengin bir klüp olmasına rağmen çok başarılı olamadı, Ajax'ın o dönemki haline Barça, Michels zamanında ulaşamadı.


Ulaşamamasının sebeplerinden biri, total futbol'un içinde yatan bir aldatmacadan kaynaklanır. Total kelimesi, hücumda bütün oyuncuların aktif görev almasını talep ederken, aslında yük yine oyun kurucuların üzerine binmektedir. Fakat burada, oyun kurucu sayısı birden üçe yükselmiştir. 1970lerde ortaya çıkan libero kavramı ile total futbol'un eş zamanlı olması tesadüf değildir. Daha önceki örneklerinden farklı olarak, 70ler futbolunda libero, adeta ön oyun kurucu olarak, takımın ataklarını arkadan yöneten maestro gibidir, atakları arkadan attığı toplarla yönlendirirken, bazen ortasahayı pas geçip, direkt olarak üçüncü bölgeye topu taşıyabilir. Libero, bir defans oyuncusundan çok ortasaha oyuncusu gibidir, ön libero, defansif ortasaha kavramlarının olmadığı zamanlarda, hücum oynayan bir takımın, ironik bir şekilde en komple oyuncusu kalecinin biraz önünde oynayan liberodur.


2. oyun kurucu, ortasahada göbekte yer alan oyuncudur, etkinliği liberonun etkinsizliği ile paraleldir, hollanda milli takımı ve Ajax'da bu rol için aynı zamanda libero oynayan Arie Haan (Haan liberodayken Neeskens) en uygun adaydır. Son olarak da, hücumda bir oyun kurucuya ihtiyaç vardır, çünkü topa bu kadar hakim olup, 2 forvet yerine 5-6 forvetle katılan takımlarda, oyunun ceza sahası çevresinde kurulup, defanstan geri dönen atakları hemen o bölgede organize eden bir 10 numaraya ihtiyacı vardır. Assist ve golcülük özelliklerine sahip bu oyuncular, Johan Cruyyf ile başlayıp, Laudrup biraderler, Jari Litmanen ve Denis Bergkamp ile günümüze gelen oyuncu kurucu forvet geleneğinin sahipleridir. Hiç bir zaman Maradona ya da Zidane kadar spektaküler 10 numara tarzı oynamasalar da, çoğu zaman takımlarına bahsi geçen oyunculardan daha faydalı olmuşlardır, bu oyuncuların bir başka özelliği de maç sırasında taktik gereği birkaç farklı mevkiide oynayabilmeleri, gerektiğinde klasik 10 numara olarak da oynayabilmeleridir. Bu konudakif en iyi örnek, klüp kariyeri ile milli takım kariyerinde, iki takım arasındaki muazzam kalite farkından dolayı, bambaşka roller üstlenen Jari Litmanen'dir.


Total futbol bu haliyle, komple kanat oyuncuları ve her bölgede en az bir oyun kurucu isteyen, biraz pahalı bir modeldir. Nitekim, Ajax bunu kendi altyapısı ile başardığı için, o dönemde böyle bir takım kurmanın maddi külfeti hep ikinci plana atılmıştır. Hollanda'nın kısa süreli başarısının arkasından gelen, Almanya'nın futbol rönesans'ı, komşularına göre daha uzun sürmüş, Kaiser'in takımı ile başlayan süreç, 2 dünya kupası, 3 avrupa şampiyonluğu, klüp bazında 10dan fazla kıtasal kupa ile taçlanmış, 70lerin ortasından, neredeyse 90ların ortasına kadar sürmüştür. Almanlar da, libero mevkiini yeniden tanımlamış, yarattıkları yüksek tempolu, fakat basit oyunda, sadece bir oyuncuyu serbest bırakarak, klasik 10 numaralı futbolu aslında modern zamanlara uyarlamışlardır. Klasik Alman futbolunun son resitalini bize, Şampiyonlar Ligi finalinde, Andreas Möller, Lippi'nin Juventus'una karşı vermiş, Borussia Dortmund'a ilk ve tek Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğunu kazandırmıştır. Möller sonrası gelen kuşakta, Deisler ve Ballack gibi ondan da yetenekli oyuncular olmasına rağmen, Alman futbolunun klasik dönemi sona ermiş, futbol devrim bayrağını ezeli düşmanları Fransızlar almıştır.


Bütün bunları anlatmamdaki sebep, Rijkaard'ın ülkemize gelmesiyle bir anda hortlayan Hollanda Futbolu şovenizmidir. Hollanda'nın, 70ler, 80ler ve 90lardaki etkisi en fazla 3 yıl süren kısa süreli patlamalarının etkisi, Pele sonrası modern futbolda, baş aktörlerin futbol anlayışlarının değişmesi hikayesinin yanında sadece ilginç bir hikaye olarak yer bulabilir. Michels ve Cruyff üzerinden, Hollanda etkisinin Barcelona'yı da kapsama alanına aldığı doğrudur, fakat İspanya'nın futboldaki ulusal yükselişi, sadece Barcelona'nın yeniden doğuşu ile açıklanamayacak kadar çok yönlü ve karmaşık süreçtir. İşte tam da bu noktada, Frank Rijkaard ve Neeskens gibi Cruyff ekolünden gelen teknik direktörlerin Türkiye'de yapacaklarına hep Hollanda, Ajax ve Barcelona futbolunun referans olması, iki ünlü hocanın da en büyük handikapıdır. Bir çiçekle bahar gelmeyeceği gibi, Galatasaray'ın da tek başına bu devrimi gerçekleştirmesi imkansızdır. Galatasaray tarihi boyunca bu devrimci role pek çok kez soyunmuş, bunu gerçekleştirmeye en yakın olduğu zamanda bile, ki bu herhalde UEFA kupasını kazandığı dönemdir, işin sonu hüsranla bitmiş, değil çıtayı yükseltmek, Galatasaray, eski kıtasal başarılarını arar hale gelmiştir.




Peki Rijkaard Ne Yapabilir?

Türk Futbolu ve Galatasaray'a yapabileceği en önemli katkı, takımına 2 adet hücumcu bek kazandırmak olacaktır. Günümüz futbolunda, sahadaki hakimiyetiniz beklerin hücum becerileri ile doğru orantılıdır, bu beklerin hücumda attığı gol ya da yaptığı asistten çok, defans bloğunu kanatlarda ne kadar ileriye taşıyabildiklerinin, yani toplu oyunu rakibin sahasına ne kadar yığdıklarıyla ilgili bir parametredir. Liberolu dönem sona erdiği için, defanstan çok çıkarmanın iki yolu, ya ortadan stoperlerin ayağa pasla topu ön libero hattına taşıması, ya da beklerin hücuma katılmasıdır. Galatasaray'da ön libero konusunda çok ciddi bir sıkıntı yok. Fakat beklerde hücuma katkı konusunda ciddi bir problemler var. Bu aslında Türk Futbolu'ndaki en önemli problemlerden biri: defans oyuncularımız defansif anlamda kendilerini ne kadar geliştirirse geliştirsin, karşısında pres yapan bir ortasaha buldu mu, kazanılan topları verimli kullanamıyor, defans oyuncuları da defans yapmayı bilmediklerinden değil, hücumu bilmediklerinden, kritik bölgelerde bireysel hatalar yapıp, takımlarına zarar veriyorlar. (Top Servet'te, yapma Servet... ve ikinci gol....)


Acı Vatan Almanya sağolsun, bize bu konuda bir dönem yardımcı oldu. Ümit Davala ve Hamit Altıntop gibi kanat oyuncuları, Milli Takım'ın bu eksikliğini bir yere kadar kapattılar. Zaten her Alman futbolcuda, genetik miras olarak 3-5-2'nin kanat oyun tarzı olduğundan, gurbetçi oyuncular hücum eden bek kavramına çok da yabancı değildiler. Fakat, Serdar Taşçı ve Mesut Özil örnekleri, artık Acı Vatan'ın bize oyuncu sağlamak yerine, kendi derdine düştüğünü göstermekte. Yani biz, yine kendimizle baş başa kalmış durumdayız.



Fakat problemler yine hasıraltı ediliyor. Kasımpaşa ve Eskişehir maçları sonrası, problemi Baros-Nonda ikilisinden hangisinin ilk 11'de başlaması noktasına getirmek sanırım bizim basınımızın mesleki arızası. Galatasaray'ın, hücum anlamında muhteşem görünen ileri uç ve kanat ekibi, aslında ligimizdeki bütün takımlarda bulunan aynı probleme sahip. Oyuncuların dikeyde farklı roller üstlenme yetenekleri ya yok, ya da çok sınırlı. Takımın en yetenekli oyuncusu olarak gözüken Arda bile, aslında bulunduğu mevkilerde yatay hatta farklı roller (sol açık, sol iç gibi) üstlenebilen bir oyuncu. Defans yapan oyuncular ise, hücuma nerdeyse hiç katkı sağlamıyorlar. Aradaki bağlantıyı, Mustafa Sarp, Mehmet Topal ya da Ayhan'dan oluşan ortasaha kurgusu düzenlemek zorunda kalıyor. Bu oyuncular da Ayhan dışında, bu beceriyi belli bir noktaya kadar yapabilecek çapta oyuncular. Mustafa Sarp'ın, yeni başlayan Galatasaray kariyerinde, kazanacağı hücum becerileri bu yüzden hem kendisi hem de takımı için çok fazla şey ifade etmekte.


Ayhan bu noktada Galatasaray takımındaki bütün oyunculardan farklılaşıyor. Beşiktaş'a rekor transferle geldiği zaman, şimdiki Tabata'dan çok da farklı bir oyuncu değildi. Küçük takımın, çalımsever, savruk oynayan, biraz da futbolu şımartılmış, garson boy 10 numarası... Fakat Galatasaray'da geçirdiği dönemde, futboluna çok şey ekledi, ortasahanın en gerisinden, en ilerisine kadar, hatta gerekirse kanatlarda bile ortalamanın üzerinde futbol oynayacak duruma geldi. Ayhan, milli oyuncular içinde, Türkiye'de kalıp, futbolunu en fazla geliştiren oyuncudur. Bu bağlamda da, iyi futbolcunun kendini geliştirmesi için illa yurtdışına gitmemesi gerektiğini gösteren, kanlı canlı bir örnektir.

Galatasaray kadrosuna baktığımda, o yüzden kadro yapısını, Ayhan ve diğerleri olarak ayırıyorum. Onun doldurduğu mevkilerden kalan alanı, diğer oyuncular tamamlamakta. Fakat ne yazık ki, kritik durumlarda farklı roller üstlenen oyuncuların azlığı, Galatasaray kadrosunun sıkıntısı olmaya devam etmekte. Mesela, Sabri yerine, Ümit Davala gibi bir kulvar oyuncusunun olması, Galatasaray'ın oyun yapısını müthiş bir şekilde iyileştirirdi. Barış, bu konuda Sabri'den daha çok katkı yapacak bir oyuncu, fakat onun, biraz da sakatlıklardan dolayı, daha futbolcu olarak kendini bulduğunu söyleyemeyiz. Fakat Ayhan ve Barış'ın varlıkları bile yeterli değil, kaleci dahil 9 oyuncunun en az 4 tanesinin daha benzer özelliklere sahip olması lazım.

Rijkaard'a zaman verilirse, ben takıma hücumcu bekler ve yetenekli ortasaha oyuncuları kazandıracağını düşünüyorum. Fakat, Galatasaray şu haliyle çok tehlikeli bir kadro yapısını barındırmakta. Avrupa'da ciddi başarı kazanmaları imkansız gibi, hatta gününde bir ciddi rakipten fark bile yiyebilirler. Galatasaray'ın kaderini bu sezon, attığı değil, yediği goller belirleyecek...








1 yorum:

Eren dedi ki...

Son cümleye katılmıyorum, çünkü aynen geçen senenin GS'ı gibi, hatta oyun yapısından ödün vermeyen bir takım oluşturuldu. Geçen sezon Avrupa'da kalburüstü takımlarla oynanan deplasman maçları incelenirse (Benfica, Hertha Berlin, Bordeaux, Hamburg), deplasman takımının nasıl oynaması gerektiğini gösteren bir şablonda oynadı. Kırılgan denilen savunma bu maçlarda toplam sadece 1 gol yedi. Bu sezonki Panathinaikos maçını da bu seriye katabiliriz.

Tam tersine, GS, tüm amacını şu anda oturtmaya çalıştığı sistemi anlamaya çalışan Anadolu takımları karşısında zorlanacaktır. Avrupa'da Barca, Madrid, Manchester, Chelsea değilseniz maçlarınız o kadar yakından takip edilmez, oyuncularınız adım adım analiz edilmez. Bu yüzden sistem oturtan takımlara karşı anti-futbol bir yere kadar oynanabilir, ve bu da ancak TR sınırları içinde olabilir. Bu yüzden Eskişehir maçındaki puan kaybı ne kadar doğalsa, GS'ı Avrupa'da yukarı turlarda görmek o kadar doğal olacaktır.