30.09.2009

CSKA Moskova -BJK : Gol Atabiliyormuşuz!


Başlamadan önce İlker Yasin'in başı sağolsun; cenaze evinden maç anlatmak zordur bilirim. Mustafa Denizli ile girdikleri puslu ortaklık sonucu, maçı izleyen bizleri de canlı cenazeye çevirdiler, bu yüzden de tebrik ediyorum bu ikiliyi.

Maçla ilgili anlatılacaklar çok fazla değil. Rüştü'nün ilk golde yaptığı pozisyon hatası, golün güzelliğinden dolayı ikinci planda kaldı. Tam da bu maçtan yırttığını düşünürken, ikinci golde bu sefer yerden gelen topu, tabiri caizse "içeri aldı". CSKA'nın 2 üst düzey oyuncusu var, onlar gollerini attılar. Allahtan Wagner Love'yi satmışlar, yoksa ondan da 2 gol yerdik.

Beşiktaş'ın tempo problemi devam etmekte. Oyuncuların isteksiz tavrı da düşün tempoda etken, temponun arttırılamaması rakibin yarısahasına kolay yerleşmesini sağlıyor. CSKA'da defans arasına atılacak toplarla gol bulmayı düşünen Denizli, takımın tempoyu arttıramaması, üzerine de erken gelen gol yüzünden CSKA'nın baskı kurmadan oynaması üzerine, plan revizyonuna gitti, ilk yarıyı beklemeden Yusuf - Holosko değişikliğine gitti. Yusuf'un Şampiyonlar Ligi kariyeri hiç de parlak değil, niye parlak olmadığını bugün bir kez daha anlamış olduk.

Beşiktaş'taki sorun, sahadaki oyundan kaynaklanmıyor. Sahadaki oyun, başka sorunların sonucu gibi. Geçen senenin iyi oyuncularının bu sene sahada ruh gibi gezmesinin sebebi takım içinde değişen dengeler olsa gerek. Anlaşılan, başarının bir hedef değil, bir eşik olduğunu pek çok oyuncu kavrayamamış, kavrayanlar da bir şekilde küstürülmüşler. Sahada takımı ateşleyecek bir oyuncu yok. Bırakın lider oyuncuyu, bir güzel şutla, bir güzel pasla, birkaç iyi hareketle arkadaşlarına heves verecek bir oyuncu da yok. Takımda, kendini ispatlama derdinde olan Serdar Özkan ve İsmail Köybaşı ile, Denizli'nin gözdelerinden Ekrem Dag dışında, çaba gösteren birine rastlamadım. Ernst ve oynasaydı Fink bu eleştirilerin dışında kalan oyuncular, onların vasat eşikleri yukarda ve her maç en azından o eşiği tutturuyorlar.

Ekrem'in golü ise en azından, grubu golsüz kapatma riskinden kurtardı bizi. Bu takımın şu anki amacı zaten gol atmak olmalı, bu hevessizlik ile ŞL'den puan almak hayal.
Devamı - CSKA Moskova -BJK : Gol Atabiliyormuşuz!

Tottenham Hotspur vs. Araf


In Bruges filminden, İngiliz halk jargonunda hoş bir Araf analojisi. Konu, ölümden sonra uğranan mekanlar...

(Ken sağdaki Brendan Gleeson abimiz, Ray ise soldaki yılların semi-Guiza bakışlı Colin Farrell'ı)

...
Ken: Well, its, you know, the final day on Earth, when mankind will be judged for the crimes theyve committed and that.
Ray: Oh. And see who gets into heaven and who gets into hell and all that.
Ken: Yeah. And whats the other place?
Ray: Purgatory.
Ken: Purgatory... whats that?
Ray: Purgatorys kind of like the in-betweeny one. You werent really shit, but you werent all that great either, like Tottenham.

Türkçe meali:
...
Ken: Yani, dünyanın son gününden bahsediyoruz, tüm insanların işlediği suçlardan ötürü yargılanacağı gün falan filan...
Ray: Hmm, kimin cennete kimin cehenneme gideceğinin belli olduğu gün yani
Ken: Evet. Diğer mekan neydi?
Ray: Araf .
Ken: Araf mı? O nedir?
Ray: Araf, ikisinin arası gibi birşey. Hani o kadar boktan durumda değilsin, o kadar harika da değil, Tottenham misali.
Devamı - Tottenham Hotspur vs. Araf

Sportif Direktörlük vs. Genel Menejerlik


İkisi arasındaki farkı anlayan varsa bana bir zahmet anlatsın lütfen. Bir tarafta, Lucescu ile yönetim arasında Sinan Engin'in yaptığı görev, diğer tarafta da Daum ile yönetim arasında Aykut Kocaman'ın yaptığı görev. İsimleri ve kağıt üzerindeki tanımları farklı olsa da, pratikte ikisi de aynı yetkileri, hemen hemen aynı şekilde kullanıyorlar gibi geliyor. Mesele takımın teknik yönetimi ile klübün yönetimi arasına bir yastık koymaksa formül belli sanırım: havalı ismi olan bir pozisyon uydur, camianın hayır demeyeceği abiliği ağır basan birini bul, ona bu pozisyonu ver, işler kötü gidince de teknik direktörü değil, abiyi kov. Profesyonelleşmeyi sevmediğimiz için, "profesyonelmiş" gibi davranan klüplerin can suyudur bu kişiye bağlı pozisyonlar. Bir dönem de Lemi, Trabzonspor'da benzer roller için düşünülüyordu fakat kendisi yeğenini pazarlamak ve politikayla o kadar meşguldu ki, bu iş suya düştü. Bence Lemi akıllıca davrandı, zira basın için de, taraftar için de, hatta işin kötüsü klüp yönetimleri için de, klüpde 2 baş var sadece: padişah olan başkan ve her zaman kelle koltukta gezen sadrazam yani teknik direktör.


Daha önce de yazdım, yabancı teknik direktörlere dünyanın parasını veriyoruz, kovuyoruz sonra tazminat olarak tekrar dünyanın parasını veriyoruz. Madem bu ülkeye, üst düzey futbol düşünürlerini getirebiliyoruz, onları niye teknik direktör üstünde, klübün futbol politikalarını belirleyebilecekleri pozisyonlara getirmiyoruz? Daum mesela pozisyon olarak Aykut Kocaman'ın altında olacak biri miydi? Yoksa tam tersi mi olmalıydı? Aykut takım elbisesi yerine, eşofmanlarını giyip, Koch'la beraber antremanlara çıksa, Daum da kariyeri ve tecrübesi ile dünyanın muhtelif yerlerinde Fenerbahçe adına temaslarda bulunsa, takımın 2 yıllık, 5 yıllık planlarını hazırlasa, bunun olası maliyetleri ve yapılacak yatırımlar farklı alternatifler halinde yönetime sunulsa, yönetim de bunları değerlendirip, aldığı nihai karar sonucunda Daum'un 5 yıllığına önünü açsa güzel olmaz mı? Daum'a yapılan eleştiriler günü kurtarması ve sadece lig şampiyonluğunu önemsemesi üzerine, bu eleştirenler acaba sormuyorlar mı Daum niye bu kadar kısa vadeli düşünüyor?Fenerbahçe'de kar getirenin kısa vadeli yatırım olduğunu bildiği için olmasın?



Devamı - Sportif Direktörlük vs. Genel Menejerlik

Morali Şampiyonlar Liginde Aramak!

Beşiktaş kötü gidişine dur demeyi ve moral kazanmayı Moskova'ya erteledi. Dersine çalışmayıp, yumurta kapıya dayanınca çalışmaya başlayan öğrencilerin hali var Beşiktaş'ın bu sene: sorunlara çözüm aranmaktan çok hasır altı ediliyorlar. Takımda bir huzursuzluk olduğu kesin, Bobo'nun hiç gerçekleşmeyecek büyük transferi, maaşların takım içi dengeleri bozması, yıldız oyuncuların hala kendini bulamaması... Hepsi bir sonraki "şok mağlubiyete" kadar ertelendi. Peki takım kimyasını kaybeden bir ekip, önündeki maça ne kadar odaklanabilir? Yoksa oyuncular şimdiden batmakta olan gemiden kendilerini kurtarmanın planlarını mı yapıyorlar?

Denizli'nin görevlerinden biri tabii ki camiaya umut dağıtmak, zira bu topraklarda realizm kötü, fanatizm iyidir. CSKA maçının kariyerini etkileyemeceğini söylerken, insan ister istemez tebessüm ediyor. CSKA maçında alınacak bir mağlubiyet BJK yönetiminin sonu olur, bu kadar basit. Geriye kalan 4 maçta Beşiktaş'ın hala şansı olsa da, 2003'ten beri geçen süre bize şunu öğretti: BJK yönetiminin kriz yönetme becerisi yok, hatta tam tersine işleri daha da berbat hale getirmeye bayılıyorlar. BJK'de darbe için bir Avrupa, bir de lig mağlubiyeti yeter de artar, hatta darbe bile olmaz, bu yönetim kendi içinde parçalanır gider, olan da yine taraftara ve futbol takımına olur.

Umarım haklı çıkmam da, Beşiktaş aradığı morali ve 3 puanı Moskova'da bulur.
Devamı - Morali Şampiyonlar Liginde Aramak!

29.09.2009

Doğu Almanya vs Batı Almanya - 90 Dakikalık Sınıf Mücadelesi


İki Alman ülkesi futbol sahalarında sadece bir kere karşılaştılar: Batı Almanya'da yapılan 1974 Dünya Kupası son gurup maçında, Hamburg'da. Batı Almanya (zaten daha sonra şampiyon oldular) maçın favorisiydi, ve fena da oynamadılar, fakat 77. dakikada Jürgen Sparwasser inanılmazı başarıp maçı Doğu Almanya'ya 1-0 kazandıran golü attı.

"Kapitalizm'e Karşı Alınan Zafer" Doğu Almanya devletinin prestijini arttırmış oldu, fakat Doğu Almanya saflarında bir çok kişi içten içe karşı tarafın kazanması için dua ediyordu.

Doğu Almanya'dan daha çok futbol hikayesi merak edenlere Kuper'in Soccer Ağainst the Enemy kitabını şiddetle tavsiye ederim.

Fotoğraf Berlin'deki Doğu Almanya Müzesinden.



Devamı - Doğu Almanya vs Batı Almanya - 90 Dakikalık Sınıf Mücadelesi

Sokakta Futbol Oynayan Çocuk Sesleri- Orhan Pamuk'u Harvard'da dinlemek


Sokakta futbol oynayan çocuk sesleri "Orhan Pamuk İstanbulu"nun önemli bir parçasıdır. Yazar, kendi hayatında önemli bir yer teşkil eden bu detayı hiç çekinmeden romanlarındaki karakterlere de yaşatmıştır. Orhan Pamuk'un roman karakterleri kitap okurken, düşünürken, uyuklarken, sevişirken dışarıda futbol oynayan çocuk seslerini duyarlar. Kieran'in güzel
yazisiyla neredeyse aynı zamanda Orhan Pamuk'un Harvard'da Türkiye'de sokakta futbol oynayan çocuklardan bahsetmesi benim için güzel bir raslantı oldu.

Üç haftadır şeyehat ediyordum. Futboldan belki fiilen uzaktım ama yolculuğumda yanıma uzun zamandır sırasını bekleyen Simon Kuper'ın "Soccer Ağainst the Enemy" (Amerikanlar için özel düzenlenmiş) adlı kitabını okudum. Güzel, faydalı, sağda solda insanlara satabilecek bir çok şey öğrendim. Roger Milla ne kadar da çirkef bi adammiş mesela!! Ya da eski Sovyet ülkelerinde şike ne kadar alenen yapılıyormuş.. Belki de çoktan beridir bilmem gerekiyodu bunları. Neyse Kuper'in yeni kitabı "Soccernomics"i de okuma listesine ekledim... Bu sefer, herkes'den önce okuyup eleştirisini buradan yapacağım.
Başlık konusuna geri dönelim. Yolculuğum bittikten bir gün sonra Orhan Pamuk'u Harvard üniversitesinde dinleme şansım vardı. Roman ve edebiyat üzerine vereceği 6 bölümlük konferansın ilk dersiydi. Ben de yanıma Pamuk'un ilk ve son kitabını alıp imzalatma misyonuyla Sanders Tiyatrosuna gittim. Pamuk güzel ve teknik bir konuşma yaptı. Tek sorun metnin aslını Türkçe yazdığı için konuşmasında İngilizce tercümesini okumak zorunda kalmış olmasıydı. Pamuk her ne kadar ilginç konulara değinse de, sunumu kağıttan okuyarak yapması ortamın büyüsünü biraz bozdu. Bu detayin dışında, Pamuk'un üstüne bastığı en önemli nokta romanlar ve gerçekçilikti. İşte sokakta top oynayan çocuk meselesi de burada ortaya çıktı. İyi bir yazar sadece ortamı tasvir etmekle kalmamali, okuyucusuna olayları baş karakterin gözünden gördürtebilmeliydi. Kahramanın yattığı o yatakta okuyucu da yatmalı, dışarda çocukların oynadığı topun sesini oradan duymalıydı.

Dışarıda top sesleri duyulan dar sokaklı mahalleleri konuşmasında es geçmediği için Pamuk'a helal olsun dedim içimden. Sonra zaten kitaplarımı da imzaladı, bir de üzerine Harvard Yard'da 3'erden tek kale maç yaptık derdim ama herhalde buna kimse inanmaz.

Devamı - Sokakta Futbol Oynayan Çocuk Sesleri- Orhan Pamuk'u Harvard'da dinlemek

28.09.2009

Total Futbol Şovenizmi


Rijkaard'ın Galatasaray'ın başına geçmesi ile futbolumuzda "5 dakkada beşiktaş" tarzı bir devrim yaşanacağını sandık. Zannettik ki, birkaç hazırlık maçı ve idmandan sonra, hayatları boyunca hücuma katılma anlayışları doldur-boşalt ve duran topta zamansız kafa topuna çıkmak olan defans oyuncuları, yılların ataletini üzerinden atıp, sadece dikine oynamayı düşünen oyunculara dönüşecek, beklerimiz de yıllardır çeyizlerinde sakladıkları hücum yeteneklerini yeni kocalarına pardon hocalarına çekinmeden gösterecekler, milli takımımız bir Maicon, Cafu ya da Thuram gibi beklere sahip olacak. Sağda solda, total futbol uzmanı geçinenlerin unuttuğu ufak bir detay dışında, işleyecekmiş gibi duran bir plandı. Unuttukları şey şu idi: total futbol sadece total oyuncularla oynanır...



Bir kere şunu anlamakta fayda var, 70lerdeki Ajax'ın oynadığı "Total Futbol", günümüzde göre nispeten çok daha düşük tempoda oynanan futbol oyununun, kimi zaman dar alana sıkışan, bireysel yeteneklere çok bağlı kısır oyununu, oyunu geniş alana yayıp, topun dikeyde ve yatayda boş alanlar arası transferini sağlayarak, 60lardan kalma kısır futbolu kırmak için geliştirilen bir çabaydı. Top sol kanattayken, bir uzun yan topla, boş olan sağ kanada atılır, atağın yönü tek pasla değişebilir, ara paslar ve kanattan bindirmelerle rakibe 2 değil gerektiğinde 5-6 forvetle birden saldırılır, yoğun pas trafiğine fiziksel ve mental olarak dayanamayan rakip de daha gol yemeden çökerdi. Hollandalılar, Almanlar dışında bütün Avrupa'yı çok hazırlıksız yakalamıştı, bu tempo ve hücum kombinasyonlarına pek çok takım başta dayanamadı, Ajax bir süreliğine yenilmez armada olarak dünya futbolunun tepesinde durdu. Fakat ilginçtir, total futbolun yaratıcıları Rinus Michels ve Johan Cryuff'un ortak Barcelona kariyerleri, daha yetenekli oyuncular ve daha zengin bir klüp olmasına rağmen çok başarılı olamadı, Ajax'ın o dönemki haline Barça, Michels zamanında ulaşamadı.


Ulaşamamasının sebeplerinden biri, total futbol'un içinde yatan bir aldatmacadan kaynaklanır. Total kelimesi, hücumda bütün oyuncuların aktif görev almasını talep ederken, aslında yük yine oyun kurucuların üzerine binmektedir. Fakat burada, oyun kurucu sayısı birden üçe yükselmiştir. 1970lerde ortaya çıkan libero kavramı ile total futbol'un eş zamanlı olması tesadüf değildir. Daha önceki örneklerinden farklı olarak, 70ler futbolunda libero, adeta ön oyun kurucu olarak, takımın ataklarını arkadan yöneten maestro gibidir, atakları arkadan attığı toplarla yönlendirirken, bazen ortasahayı pas geçip, direkt olarak üçüncü bölgeye topu taşıyabilir. Libero, bir defans oyuncusundan çok ortasaha oyuncusu gibidir, ön libero, defansif ortasaha kavramlarının olmadığı zamanlarda, hücum oynayan bir takımın, ironik bir şekilde en komple oyuncusu kalecinin biraz önünde oynayan liberodur.


2. oyun kurucu, ortasahada göbekte yer alan oyuncudur, etkinliği liberonun etkinsizliği ile paraleldir, hollanda milli takımı ve Ajax'da bu rol için aynı zamanda libero oynayan Arie Haan (Haan liberodayken Neeskens) en uygun adaydır. Son olarak da, hücumda bir oyun kurucuya ihtiyaç vardır, çünkü topa bu kadar hakim olup, 2 forvet yerine 5-6 forvetle katılan takımlarda, oyunun ceza sahası çevresinde kurulup, defanstan geri dönen atakları hemen o bölgede organize eden bir 10 numaraya ihtiyacı vardır. Assist ve golcülük özelliklerine sahip bu oyuncular, Johan Cruyyf ile başlayıp, Laudrup biraderler, Jari Litmanen ve Denis Bergkamp ile günümüze gelen oyuncu kurucu forvet geleneğinin sahipleridir. Hiç bir zaman Maradona ya da Zidane kadar spektaküler 10 numara tarzı oynamasalar da, çoğu zaman takımlarına bahsi geçen oyunculardan daha faydalı olmuşlardır, bu oyuncuların bir başka özelliği de maç sırasında taktik gereği birkaç farklı mevkiide oynayabilmeleri, gerektiğinde klasik 10 numara olarak da oynayabilmeleridir. Bu konudakif en iyi örnek, klüp kariyeri ile milli takım kariyerinde, iki takım arasındaki muazzam kalite farkından dolayı, bambaşka roller üstlenen Jari Litmanen'dir.


Total futbol bu haliyle, komple kanat oyuncuları ve her bölgede en az bir oyun kurucu isteyen, biraz pahalı bir modeldir. Nitekim, Ajax bunu kendi altyapısı ile başardığı için, o dönemde böyle bir takım kurmanın maddi külfeti hep ikinci plana atılmıştır. Hollanda'nın kısa süreli başarısının arkasından gelen, Almanya'nın futbol rönesans'ı, komşularına göre daha uzun sürmüş, Kaiser'in takımı ile başlayan süreç, 2 dünya kupası, 3 avrupa şampiyonluğu, klüp bazında 10dan fazla kıtasal kupa ile taçlanmış, 70lerin ortasından, neredeyse 90ların ortasına kadar sürmüştür. Almanlar da, libero mevkiini yeniden tanımlamış, yarattıkları yüksek tempolu, fakat basit oyunda, sadece bir oyuncuyu serbest bırakarak, klasik 10 numaralı futbolu aslında modern zamanlara uyarlamışlardır. Klasik Alman futbolunun son resitalini bize, Şampiyonlar Ligi finalinde, Andreas Möller, Lippi'nin Juventus'una karşı vermiş, Borussia Dortmund'a ilk ve tek Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğunu kazandırmıştır. Möller sonrası gelen kuşakta, Deisler ve Ballack gibi ondan da yetenekli oyuncular olmasına rağmen, Alman futbolunun klasik dönemi sona ermiş, futbol devrim bayrağını ezeli düşmanları Fransızlar almıştır.


Bütün bunları anlatmamdaki sebep, Rijkaard'ın ülkemize gelmesiyle bir anda hortlayan Hollanda Futbolu şovenizmidir. Hollanda'nın, 70ler, 80ler ve 90lardaki etkisi en fazla 3 yıl süren kısa süreli patlamalarının etkisi, Pele sonrası modern futbolda, baş aktörlerin futbol anlayışlarının değişmesi hikayesinin yanında sadece ilginç bir hikaye olarak yer bulabilir. Michels ve Cruyff üzerinden, Hollanda etkisinin Barcelona'yı da kapsama alanına aldığı doğrudur, fakat İspanya'nın futboldaki ulusal yükselişi, sadece Barcelona'nın yeniden doğuşu ile açıklanamayacak kadar çok yönlü ve karmaşık süreçtir. İşte tam da bu noktada, Frank Rijkaard ve Neeskens gibi Cruyff ekolünden gelen teknik direktörlerin Türkiye'de yapacaklarına hep Hollanda, Ajax ve Barcelona futbolunun referans olması, iki ünlü hocanın da en büyük handikapıdır. Bir çiçekle bahar gelmeyeceği gibi, Galatasaray'ın da tek başına bu devrimi gerçekleştirmesi imkansızdır. Galatasaray tarihi boyunca bu devrimci role pek çok kez soyunmuş, bunu gerçekleştirmeye en yakın olduğu zamanda bile, ki bu herhalde UEFA kupasını kazandığı dönemdir, işin sonu hüsranla bitmiş, değil çıtayı yükseltmek, Galatasaray, eski kıtasal başarılarını arar hale gelmiştir.




Peki Rijkaard Ne Yapabilir?

Türk Futbolu ve Galatasaray'a yapabileceği en önemli katkı, takımına 2 adet hücumcu bek kazandırmak olacaktır. Günümüz futbolunda, sahadaki hakimiyetiniz beklerin hücum becerileri ile doğru orantılıdır, bu beklerin hücumda attığı gol ya da yaptığı asistten çok, defans bloğunu kanatlarda ne kadar ileriye taşıyabildiklerinin, yani toplu oyunu rakibin sahasına ne kadar yığdıklarıyla ilgili bir parametredir. Liberolu dönem sona erdiği için, defanstan çok çıkarmanın iki yolu, ya ortadan stoperlerin ayağa pasla topu ön libero hattına taşıması, ya da beklerin hücuma katılmasıdır. Galatasaray'da ön libero konusunda çok ciddi bir sıkıntı yok. Fakat beklerde hücuma katkı konusunda ciddi bir problemler var. Bu aslında Türk Futbolu'ndaki en önemli problemlerden biri: defans oyuncularımız defansif anlamda kendilerini ne kadar geliştirirse geliştirsin, karşısında pres yapan bir ortasaha buldu mu, kazanılan topları verimli kullanamıyor, defans oyuncuları da defans yapmayı bilmediklerinden değil, hücumu bilmediklerinden, kritik bölgelerde bireysel hatalar yapıp, takımlarına zarar veriyorlar. (Top Servet'te, yapma Servet... ve ikinci gol....)


Acı Vatan Almanya sağolsun, bize bu konuda bir dönem yardımcı oldu. Ümit Davala ve Hamit Altıntop gibi kanat oyuncuları, Milli Takım'ın bu eksikliğini bir yere kadar kapattılar. Zaten her Alman futbolcuda, genetik miras olarak 3-5-2'nin kanat oyun tarzı olduğundan, gurbetçi oyuncular hücum eden bek kavramına çok da yabancı değildiler. Fakat, Serdar Taşçı ve Mesut Özil örnekleri, artık Acı Vatan'ın bize oyuncu sağlamak yerine, kendi derdine düştüğünü göstermekte. Yani biz, yine kendimizle baş başa kalmış durumdayız.



Fakat problemler yine hasıraltı ediliyor. Kasımpaşa ve Eskişehir maçları sonrası, problemi Baros-Nonda ikilisinden hangisinin ilk 11'de başlaması noktasına getirmek sanırım bizim basınımızın mesleki arızası. Galatasaray'ın, hücum anlamında muhteşem görünen ileri uç ve kanat ekibi, aslında ligimizdeki bütün takımlarda bulunan aynı probleme sahip. Oyuncuların dikeyde farklı roller üstlenme yetenekleri ya yok, ya da çok sınırlı. Takımın en yetenekli oyuncusu olarak gözüken Arda bile, aslında bulunduğu mevkilerde yatay hatta farklı roller (sol açık, sol iç gibi) üstlenebilen bir oyuncu. Defans yapan oyuncular ise, hücuma nerdeyse hiç katkı sağlamıyorlar. Aradaki bağlantıyı, Mustafa Sarp, Mehmet Topal ya da Ayhan'dan oluşan ortasaha kurgusu düzenlemek zorunda kalıyor. Bu oyuncular da Ayhan dışında, bu beceriyi belli bir noktaya kadar yapabilecek çapta oyuncular. Mustafa Sarp'ın, yeni başlayan Galatasaray kariyerinde, kazanacağı hücum becerileri bu yüzden hem kendisi hem de takımı için çok fazla şey ifade etmekte.


Ayhan bu noktada Galatasaray takımındaki bütün oyunculardan farklılaşıyor. Beşiktaş'a rekor transferle geldiği zaman, şimdiki Tabata'dan çok da farklı bir oyuncu değildi. Küçük takımın, çalımsever, savruk oynayan, biraz da futbolu şımartılmış, garson boy 10 numarası... Fakat Galatasaray'da geçirdiği dönemde, futboluna çok şey ekledi, ortasahanın en gerisinden, en ilerisine kadar, hatta gerekirse kanatlarda bile ortalamanın üzerinde futbol oynayacak duruma geldi. Ayhan, milli oyuncular içinde, Türkiye'de kalıp, futbolunu en fazla geliştiren oyuncudur. Bu bağlamda da, iyi futbolcunun kendini geliştirmesi için illa yurtdışına gitmemesi gerektiğini gösteren, kanlı canlı bir örnektir.

Galatasaray kadrosuna baktığımda, o yüzden kadro yapısını, Ayhan ve diğerleri olarak ayırıyorum. Onun doldurduğu mevkilerden kalan alanı, diğer oyuncular tamamlamakta. Fakat ne yazık ki, kritik durumlarda farklı roller üstlenen oyuncuların azlığı, Galatasaray kadrosunun sıkıntısı olmaya devam etmekte. Mesela, Sabri yerine, Ümit Davala gibi bir kulvar oyuncusunun olması, Galatasaray'ın oyun yapısını müthiş bir şekilde iyileştirirdi. Barış, bu konuda Sabri'den daha çok katkı yapacak bir oyuncu, fakat onun, biraz da sakatlıklardan dolayı, daha futbolcu olarak kendini bulduğunu söyleyemeyiz. Fakat Ayhan ve Barış'ın varlıkları bile yeterli değil, kaleci dahil 9 oyuncunun en az 4 tanesinin daha benzer özelliklere sahip olması lazım.

Rijkaard'a zaman verilirse, ben takıma hücumcu bekler ve yetenekli ortasaha oyuncuları kazandıracağını düşünüyorum. Fakat, Galatasaray şu haliyle çok tehlikeli bir kadro yapısını barındırmakta. Avrupa'da ciddi başarı kazanmaları imkansız gibi, hatta gününde bir ciddi rakipten fark bile yiyebilirler. Galatasaray'ın kaderini bu sezon, attığı değil, yediği goller belirleyecek...








Devamı - Total Futbol Şovenizmi

Gerçek Hayatta CM Keyfi : the Guardian's Chalkboard

Fikir aslında çok basit: bize maç sırasında, ya da sonrasında sunulan onlarca istatistiği, sanal bir karatahtanın üzerine işlemişler. The Guardian'ın web sitesindeki bu yeni uygulama ile, EPL'deki bütün maçların taktiksel hikayesini takip etmeniz mümkün. Kendimce ufak bir deney yaptım ve bu hafta izlemediğim bir maçı, karatahtaya çizerek, taktiksel özetini çıkarmaya çalıştım. Liverpool'un 6 gol attığı, Hull City maçını tahtadan izlemek, yıllardır CM & FM serilerinde yaptıklarımı, gerçek futbol maçına uyarlamaktan çok da farklı değildi. Bakın sizin için Liverpool'un Hull City performansından kareler:

Burada Liverpool'un pas dağılımını görüyoruz. Kırmızılar başarısız olanlar, maviler başarılı paslar, beyazlar da assistler. Anlaşılan, Liverpoollu oyuncular ortada ve sağ kanatta iyi top çevirmişler. Pas grafiğinin güzel bir yanı da, hangi pasın kimden kime, kaçıncı dakikada gittiğini yuvarlakların üzerine cursor'ı götürdüğünüz zaman görebilmeniz.

Hatalı pasların dağılımı... Hull defansı kanatlardan gelen ortalara karşı koymaya çalışmış, fakat sonuç onlar için çok da başarılı olmamış. Bu arada, sol içten sol açığa pas trafiğinde de ciddi bir problem varmış gibi görünüyor, sağ kanat ise, ortalar dışında fena işlememiş.

Assistler... Ortalarda başarılı savunma yapan Hull City, özellikle Torres'e yapılan ara paslarda aynı başarılı savunmayı göstermemiş.

Bireysel performanslara gelelim. Forvetlerde şutlara bakalım: Fernando Torres, ceza sahası içinde etkili olmuş, zaten attığı üç gol bunun kanıtı.

"Büyük Kaptan" takımının pas trafiğini iyi yönetmiş. Zayıf olduğu tek yer, sol kanatta çizgiden ortalar, zaten Gerard'ın orada ne işi var ki?


Son olarak da kanatlardan sol tarafa bakalım. Topa kayarak müdahalelerde, takımın lideri olan Riera, görüldüğü kadarıyla Hull City sağ kanadına geçit vermemiş.

The Guardian'ı tebrik etmek lazım, güzel bir uygulama hazırlamışlar. İnsanın içi gidiyor, keşke aynısını SüperLig'e yapsak. NTV'de, Rıdvan Abiler, Sergen Abiler gerçi sağolsunlar, bizler için, elleriyle de olsa, ekrana çiziktiriveriyorlar ama bu uygulamanın yerini tutması biraz zor.

Son olarak sözüm NTV ve NTVspor'a; sizlere güveniyoruz arkadaşlar, bu uygulamanın daha iyisini türkçe olarak yapıp sitenize koyabilirsiniz, ha gayret!

the Guardian Chalkboards:
http://www.guardian.co.uk/football/chalkboards








Devamı - Gerçek Hayatta CM Keyfi : the Guardian's Chalkboard

27.09.2009

EPL'de Haftanın Ardından

İngiltere Premier Ligi'nde 7. hafta maçları biterken Chelsea'nin Wigan karşısında aldığı sürpriz mağlubiyetle Manchester United liderliğe yükseldi.Haftanın öne çıkan diğer takımları ise Liverpool,Tottenham,Sunderland ve Chelsea'yi deviren Wigan Athletic oldu.Takımları 7.hafta itibariyle kısa kısa inceleyecek olursak:

*İlk olarak Portsmouth'dan başlayalım.Transferin son gününde en yaratıcı oyuncusu Krancjar'ı kaybetti ve Everton maçında da bunun eksikliğini çekti.Fakat kadrodaki tüm zafiyetlere rağmen sürekli maçın içindeydiler ve çoğu zaman öne geçmeleri an meselesiydi.Ancak,oyunu Portsmouth lehine çevirebilecek oyuncular vasatı geçemedi.Zaten Dindane net bir gol pozisyonu kaçırdıktan hemen sonra Saha Dindane'yle arasındaki farkı gösterircesine bir gol attı ve maç Everton'ın üstünlüğüyle bitti.Yenilgi dışında Portsmouth'un istekli oynadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.Lig tarihinin en kötü başlangıcını yaptılar ama güzel oynadılar.

*Everton'da ise işler iyiye doğru gidiyor.Orta sahada Phil Neville,Mikel Arteta gibi önemli isimlerin sakatlığına rağmen kazanmasını bildiler.Özellikle Saha'nın sezon başından beri yıldızlaştığını belirtmek gerek.İyi bir Saha'nın takımına yaptığı katkının ne kadar önemli olduğu görülüyor.Yeni transfer Bilyaletdinov'un da takıma ısınmasıyla eski Everton'ı göreceğimi günler yakındır.


*Manchester United ligin yeni lideri ve bunu hakettiklerini söyleyebiliriz.Ferguson her anlamda övgüyü hakediyor.Hala 4-4-2'de ısrar etse de takımın tamamını oyuna dahil ettiği için sahada hangi dizilişle oynadığının bir önemi kalmıyor.Bu yüzden kendi başına oynamayı seven Ronaldo'nun takımdan ayrılması oyun şablonunu pek bozmuyor.Kaldı ki,maça sol kanatta başlayan Nani'nin de Ronaldo'nun benzeri bir oyun anlayışına sahip olması Manchester'ın altı pasa kapanan Stoke savunmasını açmakta zorlanmasına sebep olmuştu.Fakat Ferguson bunu erken farkederek oyuna Giggs'i aldı ve Giggs takımının attığı iki golün asistini yaptı.Goller ise Berbatov ve O'Shea'den geldi.Bana kalırsa maçın en iyi iki adamı ise Scholes ve Fletcher'dı.Gözümden kaçtıysa bilemem ama Fletcher yalnızca bir pas hatası yaptı.Onun atağı başlattığı bir topta ilk golü buldular.

*Stoke için söylenecek pek bir şey yok.İyi savunma yaptıkları muhakkak ama hücum anlayışları topu bir şekilde Kitson'a indirmekle sınırlı.Halbuki Tuncay'a ilk 11'de görev vererek o bölgeyi daha hareketli bir hale getirebilirler.Stoke ne kadarcan sıkıcıysa taraftar grupları The Potteries de bir o kadar hareketli ve agresif...

*Çok gollü maçlar olmasına rağmen haftanın en nefes kesici maçı Fulham-Arsenal maçı oldu bana kalırsa.Londra derbisinde Fabregas'ın o enfes pası ve Van Persie'nin çıkartılamaz topları olmasaydı Arsenal'in maçı önde bitireceğini düşünmek hayalcilik olurdu.Ancak Arsenal cephesindeki en önemli gelişme genç İtalyan kaleci Vito Mannone oldu.Andy Johnson'ın kafasını inanılmaz bir refleksle karşıladı ve belkide haftanın adamı oldu.Tek maç kesin bir yargıda bulunmak için yeterli mi sorusu sorulabilir fakat yine de en az Almunia kadar güven verebileceğini düşünüyorum.

*Fulham için yine iyi şeyler söyleyeceğim.Ligin en disiplinli takımı.Bir an olsun oyundan kopmuyorlar.Murphy,Etuhu,Dempsey ve Duff orta sahası Premier Lig'in en iyilerinden bana kalırsa.Geçen sezonki başarının tekrarlanması zor ama imkansız değil.

*Sunderland'de sezonun başından beri söylediklerimi doğrularcasına galibiyetlerine devam ediyor.Kenwyne Jones ve Darren Bent gollerine devam ediyor.Orta sahalarının da diğer Premier Lig ekiplerinden daha iyi olduğunu söyleyebiliriz.5-2 kazandı Sunderland.Wolverhampton cephesinde ise kendi adıma en sevindirici olay Kevin Doyle'un golle tanışması oldu.

*Liverpool'da ligin iddialı ekiplerinden biri olduğunu hissetirmeye başladı.Hull karşısında tam yarım düzine gol attı.Bu başarının arkasında Babel'in düzenli olarak ilk 11 şansı bulması,Benayoun'un yükselen formu da önemli yer buluyor.Hull'ın ise kötü gidişi sürüyor.

*Tottenham'da Liverpool'un Hull'a yaptığının bir benzerini Burnley'e yaptı.Burnley evinde hiç yenilgi yüzü görmemişti fakat deplasmanda da puanla tanışamamışlardı.Yine öyle oldu.4 gol atan Robbie Keane ise maçın yıldızı oldu.Eminim onu en az iki senedir kimse böyle görmemişti.


*Son olarak haftanın sürprizine yer ayıracağım.Wigan Athletic sezona kötü başlamıştı ancak şu an ligin orta sıralarına kadar yükseldiler.Maçı izleyemedim ama 3-1'lik mağlubiyette Cech'in henüz 51. dakikada oyundan atımasının da payının büyük olduğunu düşünüyorum.Ligin en renksiz takımı olarak gördüğüm Wigan'ın ligin belki de en büyük şampiyonluk adayını yenebilmesi ise futbolun hiç bir zaman kesinlikler oyunu olmadığını göstermesi açısından ilginçti.
Devamı - EPL'de Haftanın Ardından

26.09.2009

Serie A Ne Kadar İtalyan?


Cagliari ile ilgili ufak bir araştırma yaparken, ister istemez kendimi bu yazının başında buldum. İtalya'da, kuruluşundan beri çözülmek yerine gittikçe kronikleşen Kuzey-Güney İtalya ayrımı, en net ifadesini herhalde futbolda bulmuştur. Konu Calcio olunca, bütün İtalyanlar, güneylisi, kuzeylisi, adalısı, Romalısı, herhalde oyuna aynı tutkuyla bağlıdır. Fakat, iş İtalyan Futbolunun en tepesine ulaşmak olunca, Güneyliler bu konuda sınıfta kalıyolar.


Yukardaki harita, 1939-40 sezonunda, Serie A'da bulunan takımlar ve ait oldukları kentleri gösteriyor. Kuzey-Güney ayrımı, İtalya için Roma'nın altı (Bizdeki Ankara'nın doğusu tanımı gibi) olduğu için, güneyin futbol temsilcisi olarak sadece Napoli ve Bari takımlarını görüyoruz. Ayrım noktası Roma 2 büyük takımı ile sahnedeki yerini almış. Kalan ekipler, kuzeyin takımları. Hatta Milano, Turin ve Genova'nın ikişer takımı bulunuyor ligde, tıpkı başkent Roma gibi.


Bu harita ise, günümüze yani 2009-10 sezonuna ait. Bu sezon, Güney İtalya ve Adalar için "müthiş" başarılı bir sezon, güneyden Napoli ve Bari'nin yanısıra, bu sefer Sicilya'dan Palermo ve Catania, Sardinya'dan da Cagliari lige katılıyor. 20 takımın tam 5 tanesi, yani %25'i güneyden katılmış. Geçen 60 yılda, Güney adına bir gelişim olmuş fakat güney İtalya'nın, dönemsel başarılar dışında ligde sözü geçer takımı hala yok.



Başarı demişken, bir de scudettolara bakalım, kim ne kadar şampiyon olmuş derseniz, burada güneyin namusunu kurtaran açıkçası bir Arjantinli, Diego Armando Maradona olmuş. Toplam şampiyonluklarda, Kuzey İtalya'nın merkezi Piedmonte tam 43 şampiyonlukla birinci sırada. Piedmonte'nin takımları Juventus ve bir zamanların Grande'si Torino. Lombardiya bölgesi, 34 şampiyonlukla ikinci sırada. Burada Milano kentinin olması, niye bu kadar şampiyonluk kazanıldığını anlatır kanımca. Üçüncü sırada sürpriz bir şekilde, Cenova bölgesi var, anlaşılan Samprodia, Genoa geçmişlerinin gölgesinde yaşayan takımlar. Dördüncü sırada yine bir sürpriz var, Bologna'nın bulunduğu Emilia - Romagna Bölgesi. Roma'nın bulunduğu Lazio bölgesi 5. sırada anca yer buluyor, Lazio ve Roma şampiyonluk konusunda çok başarılı değiller anlaşılan. Ve bütün bunlardan sonra güneyin bölgelerine geçiyoruz, Kampania bölgesinden Napoli, hepsi Maradona zamanında kazanılan 2 şampiyonluğa sahip. Güneyden gelen diğer şampiyon ise, 69-70 yılında bu başarıya ulaşan, Sardinya Adasının yegane takımı Cagliari. Toplamda 105 şampiyonluktan sadece 3 tanesi Roma'nın güneyini görmüş. Maradona sonrası, Napoli'nin girdiği büyük krizi düşündüğümüzde, Diego olmasa bu kadarını bile göremezdik, buna da şükür diyebiliyoruz ancak.

Katılım ve başarı istatistiklerinden gördüğümüz kadarıyla, İtalya 1. profesyonel futbol ligi Serie A, aslında Kuzey İtalya Ligi'nin hallicesi. Tıpkı, seyirci sayısı artsın, biraz da çerez olsun niyetine, NBA takımları arasında Kanadalı ekiplerin sokulması gibi, Güney İtalyalı ekipler de Scudetto yarışının çoğu zaman figuranı olmaktan öteye gidemiyorlar. İtalya 90'da, evsahibi takımın, Napoli'de, Maradonalı Arjantin takımına karşı oynarken, Napolili futbolseverler tarafından yuhlanması, zamanında İtalya'da deprem etkisi yaratmış, ayrılıkçı kuzeyliler "bakın, güneyliler İtalyan bile değiller, bizi istemiyorlar" argümanına oynarken, biraz daha aklı fikri yerinde olanlar acaba biz nerde yanlış yaptık diye düşünürken, olaya futbol penceresinden bakınca, Duçe'nin İtalyası'ndan, AB üyesi İtalya'ya kadar geçen sürede, büyük değişikliklerin olmadığını görüyoruz. Güneyin, kuzeyi en azından futbolda yakalayabilmesi için, bir değil, onbir Maradona bile yetmezmiş gibi gözüküyor.
Devamı - Serie A Ne Kadar İtalyan?

Ganyan Ligde Tutturamayanlar : Gençlerbirliği

"Altıda Altı" sihirli bir söz oldu, basın toplantısında altıda altı yaptım dedin mi, soru yağmuru kesiliyor, kahvede okey oynayan adam, televizyona göz ucuyla bakıp helal olsun be diyor, futbolcusu gurur duyuyor, başkanı koltuğuna gevşekçe yerleşiyor, her şey güzel, her şey bahar gibi geliyor insana. Ligin, ganyan tablosuna dönmesi bir yana, altılıyı tutturan iki takım dışında, ligde kalan "diğerleri" kendi aralarında top çevireceklermiş gibi görünüyor. Bakmayın, Beşiktaş ve Trabzonspor'un iddialı açıklamalarına, ilk haftadan "biz bir eşeklik ettik, bu sezona kötü başladık, taraftar bizden umudu kessin, gelecek sezon artık nasip kısmetse" diyecek halleri yok, iki klübün de başkanlarını zor bir dönem bekliyor. Fakat altılıyı tutturayamanlar arasında bir takım var ki, kaybedenler klübünde oynadığı futbol ile sivriliyor.


Gençlerbirliği adına uygun genç bir kadroya sahip. Thomas Doll bu kadroya mücadele şevkini de aşılamış, ligdeki en dinamik ortasaha kurgusuna sahipler, özellikle daha önce bahsettiğimiz Labinot Harbuzi ve Mustafa Pektemek, takımın pozisyon yaratmasını bilen zeki oyuncuları. Gençlerbirliğinin en önemli özelliği, ligde başaltı konumuna geldiği zamanlarda yıldız oyuncudan çok iyi takım kurmayı başarmış olması. Gençlerbirliği'nden sonra büyük takımlara giden onlarca oyuncudan çok azı, aynı performanslarını devam ettirmiş ya da bir üst seviyeye çıkartabilmiştir. Gerçekten, ismiyle barışık şekilde, hem gençlerden hem de birlikte oynayan takımlar kurması ile Gençlerbirliği ve İlhan Cavcav ligin en önemli markalarından. Tıpkı Ferguson gibi, Cavcav da uzun döneme yayılan yöneticiliğinde, şimdiki takımla beraber 3 önemli takım kurdu. İlki, kendisinin "ucuza yabancı oyuncu kapatma" becerisinden ilk kez haberdar olduğumuz, Kona, Kushe ve Moshe'li dönemdi, sonrasında Ersun Yanal'lı dönemde, Avrupa'da bile müthiş maçlar çıkardılar. Şimdi ise, uzun süren bir kötü gidişten sonra, Doll ile yeniden yükseliş dönemine geçtiklerinin sinyalini veriyor. Dün akşamki Trabzonspor maçı tesadüfi bir durum değildi, Gençlerbirliği, Sivas ve Kayseri'nin çaptan düştüğü bir dönemde, ortaya çıkan boşluğu dolduracak gibi gözüküyor. Ankaragücü ve Ankaraspor'un federasyona yaptıkları intihar saldırıları sonrası, harabeye dönen Ankara futbolunda büyük bir boşluğu, iyi futbol oynama boşluğunu şimdilik tek başlarına dolduruyorlar. 15 yıldır başkentte sanırım 2 şey değişmiyor, birincisi Melih Gökçek'in belediye başkanlığı, diğeri de İlhan Cavcav ve Gençler'e verilen Ankara'nın futbol namusunu kurtarma görevi...


Devamı - Ganyan Ligde Tutturamayanlar : Gençlerbirliği

25.09.2009

Uefa, Galatasaray'ı Avrupa'da haftanın takımı secti




Avrupa Futbol Federasyonları Birliği'nin (UEFA) internet sitesi, Galatasaray'ı Avrupa'da haftanın takımı olarak seçti. Site, Rijkaard ve takımına övgüler yağdırdı.


Her hafta yapılan seçimde Avrupa Ligleri ve kupaları değerlendiriliyor. UEFA'nın internet sitesi, haftanın takımı olarak Galatasaray'ı belirledi. Sarı-kırmızılı takım için, "Frank Rijkaard'a şapkamızı çıkarıyoruz. Kulüp tarihinin en iyi başlangıcını 6 galibiyet ve 3.16 gol ortalamasıyla yaptılar. Liderde bunlar yaşanırken ezeli rakipleri son şampiyon Beşiktaş 372 dakikadır gol atamıyor" dendi.

http://www.uefa.com/footballeurope/news/kind=2/newsid=893744.html

Devamı - Uefa, Galatasaray'ı Avrupa'da haftanın takımı secti

24.09.2009

Bir Gündem Bağımlısı : Hakan Şükür

Hakan Şükür için iki net tanımlama yapılabilir: Türkiye'de endüstriyel futbolun en büyük golcüsüdür, Türkiye'de endüstriyel futbolun değeri en çok tartışılan golcüsüdür. Bu iki tanım birbirinin zıttı gibi dursa da, Hakan Şükür'ün gerçekliğinde oynadığı futbol kadar yarattığı polemik ve tartışmalar da karakteri ve kariyerinin demirbaşlarıdır. Şükür futbol kariyerini noktaladı, fakat gündemde kalma bağımlılığını pek bırakacak gibi durmuyor; bugün de Galatasaray Yönetimi'ne çattı, hesaplarını bilinmez bir tarihe, kendi ifadesi ile ahirete erteledi.

Açıkçası yazdıkları umrumda olmadı, kendisi ile yapılan röpartaja bakınca klasik Hakan Şükür cümlelerinden öte bir şey bulamadım. Futbolculuğunda da zamanlaması çok kötüydü Hakan Şükür'ün, pozisyon almasını bilmezdi; demeçlerinde de aynı kötü zamanlama alışkanlığını sürdürüyor. Bursaspor'dan, ümit milli takıma, sonra a milli olmaya, oradan Galatasaray ve Milli Takım'ın değişmez forveti "9 Hakan Şükür"e dönüşmesi, olaylı Torino seferi, daha da olaylı ilk evliliği, Torino'da geçmeyen vatan hasreti, eve dönüş, uefa kupası sonra 2. Viyana Seferi misali çıktığı kafadan başarısız başlayan Avrupa serüveni, Galatasaray'a dönüş, bir türlü yapılamayan jübile ve sonrası... Sembol isim olması gereken Galatasaray camiasına 3 kere geldi, her seferinde de olaylı şekilde ayrıldı. Bir dönemin vazgeçilmez adamıydı, uğruna milli takım teknik direktörü bile kovuldu. Torino'ya gittiğinde, yaptıklarıyla (ya da yapamadıklarıyla) iki ülkenin de mizahını derinden etkiledi. UEFA kupası töreninde, kupayı eline yapıştırdığını düşünmüştüm, çünkü herkesten çok kupa onun elindeydi, hatta kaptan bile onun kadar tutmamıştır kupayı. Başka bir kafa yapısı var Hakan'ın belli: 1999 yılına kadar yaşadığı dönemde, kendisinin vazgeçilmez olduğuna o kadar inanmış ki, istediklerini herkese çok da zarif olmayan bir üslupla yaptırmasını bildi. Türkiye'nin bitmeyen ekonomik krizlerle boğuştuğu yıllarda yarattığı cip krizi benim için kendisine olan saygımın bittiği andır. O zaman anladım ki, Hakan Şükür büyük bir sporcu olamayacaktı, iyi bir golcü olabilirdi fakat büyük sporcularda görülen vefa, sabır ve empati gibi şeylerden yoksundu. Milli takımdan maddi anlamda gelecek hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, üstelik Milli Takım'da attığı her golle global fiyatını arttıran bir futbolcunun, medya önünde tabiri caizse at pazarlığına girmesi o dönem Şükür'ü milli bir oyuncu yapacakken, camiasının oyuncusuna çevirdi, fakat burada Galatasaray camiasının da onu toptan bağrına bastığını söylemek hata olur, zira kendisi yaptığı açıklamalarla, yakın ilişkiye girdiği kişilerle - ki bir insan hem dini hem de çetecilerle nasıl aynı anda yakın ilişkiye girer diye soruyorum kendime- hep belli bir kesimin oyuncusu oldu.


Kameraları çok seven Şükür, futbolculuk kariyeri sonrasında, astronomik bir ücretle de TRT'de yorumculuk yapmaya başladı. Zaten son Galatasaray döneminde, kariyeri iyice inişe geçmişti, futbolunu hatırladığımız maç sayısı onu geçmezken, o yine bomba açıklamalarına devam etti. "Kutsal Doğum Haftasına yakışan bir derbi" tanımı kendisine aittir. Zira bize dayatılan yeni düzenin sözcüsü olmak onun için derbide gol atmaktan daha önemliydi. Sayesinde, başta Ümit Karan olmak üzere pek çok forvetin kariyeri de sona erdi. Galatasaray'da asla efsane olamayacağını bildiği için de, yine problemli bir şekilde futbol hayatına son verdi.



Bütün bu tabloya bakınca, elindeki yeteneği, bütün ahlaki ve insani değerleri bir kenara bırakarak, iktidar ve güce ulasmak için kullanan bir insanın trajik halini görüyoruz. Trajik diyorum çünkü, salt sportif yetenek üzerinden elde etmek istediği güç ve saygınlığı bulmasının imkansız olduğu anlarda, "sporcu" kimliğinin toplumdaki rolünü bir kenara bırakıp, muhtelif güç odaklarına -legal ya da illegal- yanaştığını daha önce medyada yer bulan "samimi" fotoğrafları ile belgelendi. Bu anlamda ilginçtir, olmak istediği dini bütün, muhafazakar kişilik ile derin çelişkiler gösteren bir Hakan Şükür profili çıkıyor karşımıza. Türkiye'de, milyonlarca insanın olmak istediği bir konumdayken, haketmediği halde daha fazlasını, biraz da umarsızca talep eden Hakan Şükür'ün, bir efsaneden -Yitiğer Uluğ'un güzel lafıdır- "öffsaneye" dönüşmesi, futbolu bıraktığı halde kendini futbol gündeminin ortasına oturtmaya çalışması, eskiden ürettiği için tahammül edilen söz ve davranışlarının, artık sportif anlamda üretemez hale geldiğinde (çünkü anlaşılan kendisinin bir spor yöneticiliği kariyer planlaması yok) kabak tadı vermesi, ve de en acısı, bütün bu hatalarına rağmen, hala kusuru başkalarında aramaya devam etmesi, durumu daha da acınacak hale sokuyor. Futbol tarihinde hep sorunlu oyuncular olacaktır, büyük oyuncuların egolarının da kontrolü zor olur, fakat çok azı futbol kariyerlerini toptan mahvedecek kadar saygınlıklarını düşürmüşlerdir. George Best alkole bağımlıydı, kariyerini de alkol ve getirdikleri yüzünden mahvetti. Hakan Şükür, alkol kullanır mı bilmem ama, onun da bağımlılığı gündeme, gazetede yer almadığı günleri kötü geçiyor, yer aldığı günler ise bizim günlerimiz kötü geçiyor.








Devamı - Bir Gündem Bağımlısı : Hakan Şükür

23.09.2009

İstanbul'un Alanlarında En Son Ne Zaman Futbol Oynandı?



Eski Saraçhane'den bir manzara.Şu an bu alanda top oynanmıyor tabii.Alanın büyük bir bölümünü Haşim İşcan Geçidi kapamış vaziyette.



Fotoğrafın çekildiği tarih hakkında net bir bilgim yok ama Haşim İşcan Geçidi'nin yapımına 1964'te başlandığını biliyoruz.Dolayısıyla James P. Blair'in objektifinden çıkan bu resmin 50-60 yılları arası çekildiği sonucuna ulaşıyoruz.O yıllarda İstanbul'un merkezi bölgelerinden biri olarak sayılabilecek Saraçhane'de bile boş alanlar varken,günümüzde yapılaşmanın Silivri'ye kadar aralıksız uzandığını görüyoruz.




Sanırım fotoğraftakiler İstanbulun en şanslı kuşaklarından...İstanbul'da futbol oynayabilmek!Hem de şehrin göbeğinde...


Devamı - İstanbul'un Alanlarında En Son Ne Zaman Futbol Oynandı?

22.09.2009

Messi & Rijkaard


"Ona çok şey borçluyum. Bunu şöyle ifade edeyim. Onun için bir yerimi yaralasam, acıyı hissetmem."




Devamı - Messi & Rijkaard

'Paşa'ramadı!


Öncelikle Fotomaç tarz başlık için özür dileyerek başlıyorum, kendimi tutamadım. Dün FB’li bir arkadaşımla maçı izlerken gergin ortamı yumuşatmak için, yarınki potansiyel 'gaste' başlıklarını ararken yaptığımız esprilerden biriydi. Hem Yılmaz Vural, hem de hakem parçası için söylenmesi anlamlı olur.

- İlker Meral’ın maç boyunca yaptığı tek doğru hareket Sancak ve Keita’ya 2. yarıda son derece kararlı bir şekilde gösterdiği sarı karttı. Tanrı’nın elini göz ardı edersek, maç başında ‘sonunda Premier Lig kıvamında kıran kırana bir maç izleyeceğiz’ düşüncem, Kasımpaşalılar’ın kontrolü kaybedip Galatasaraylı oyunculara kasti tekmeleri başlayana kadar sürdü. Eğer o dakikalarda hakem, tek bir pozisyonda insiyatifi eline alabilse, Kasımpaşa’lı oyuncuların maç boyunca yaptığı rakibini sinirlendirici hareketleri engelleyebilmiş olurdu. Ali Güneş’in 2 pozisyonda birden kırmızı kartı haketmesi dışında (ki ilkini görememiş olabilir, ancak ikincisindeki abzürd kararı oyun kural ihlaline bile çekilebilir), bahsi geçen pozisyonda Keita’ya da kırmızı kart gösterilebilirdi, ki o zaman maç sonrası çıkacak haklı cıngarı siz düşünün.

- Çok kısıtlı kadrosuna rağmen, GS’ı durdurabilecek tek kozun çok baskılı ve agresif oynamak olduğunu anlayan, ve şahsi karakterini takımına empoze eden Yılmaz Vural’ı tebrik ederken, maçı son dakika golleriyle kaybetmekten dolayı sarfettiği saçma sapan sözleri duymazlıktan geliyorum.

- Her ne kadar Türkiye’nin görmüş olduğu en kaliteli forvetlerden biri olsa bile Baros, şu anki sisteme Nonda kadar uyum gösteremiyor. Elano-Kewell-Arda-Keita-Aydın pas trafiğine pivot görevi gören, ve sırtı rakibe dönük iyi oynayabilen istekli bir Nonda, attığı golleri bir kenara koysak bile şimdilik ilk 11 için daha mantıklı bir seçim. Rijkaard da bunun farkında olmasına rağmen, Nonda’yı sonradan oyuna sokup Baros’un hücum tarzına bir devre alışan rakibin dengesini dengesini bozmak, taktiksel bir uygulama gibi geliyor bana. Bir nevi, zamanında 2. yarının ortasında oyuna girip takıma vites attıran, ve maçları çevirmeye yarayan Arif Erdem taktiğine benziyor.

- An itibariyle Hakan Balta’nın Türkiye sınırları içinde hala alternatifi yok.

- Kasımpaşa’nın golü çok Avrupai idi.

- Maç boyunca -bu hale kimlerin parası/vergisi ile getirildiği belli olmayan- RTE stadı’nın tribünsüz maraton kısmının ortasındaki simetrik Hayat Ağacı konsantrasyonumu bozup durdu. Kasımpaşa civarındaki tek bakımlı şey o olsa gerek.

- Maçın 86. dakikasında, bu sezon içinde daha önce GS maçı izlememiş arkadaşıma son derece kendimden emin şekilde (tüm 2. yarı tekrarladığım gibi) maçın 3-1 biteceğini söylediğimde ‘şizofren’ damgası yedim. Sanırım Rijkaard ve ekibi tüm rakipleri yakında şizofrene çevirecek. Oyuncu değişiklikleri dışında, Keita-Sancak pozisyon anında Neeskens’in ilk yardım hareketini, ve daha sonra Rijkaard’ın Keita üzerindeki minik operasyonunu izleyin, maçın kaderi 1 dakika içinde nasıl değiştirilir, uygulamalı bir ders izlemiş olursunuz. GS’ın geçen seneden psikolojik olarak en büyük farkı aslında şu: Geçtiğimiz sezonki GS, ancak ilk golü kendi attığında kazanabiliyordu; şu anda ise durum tamamen GS lehine. Maç ne durumda olursa olsun, sistem aynı şekilde işlemeye devam ediyor. Kötü bile oynansa, her maçı bize aynı şevkle ve umutla izletmeye devam ettiren bu takımı izlemeye devam edin.
Devamı - 'Paşa'ramadı!

21.09.2009

SERİYE 'EL' UZATANLARA NONDA'DAN SELAM!..


Ali Gunes, 58 dakika icinde 2 kez 100 % kirmizi kart gormeyerek tarihe gecti.

Ilker Meral'i tebrik etmek gerekir....

Devamı - SERİYE 'EL' UZATANLARA NONDA'DAN SELAM!..

20.09.2009

Dünyanın En Kötü Tezahurat Yapan Taraftarı: Fenerbahçe


Sahadaki takıma bakıyorsun, bu performanştan daha kötü ne olabilir diyorsunuz. İşte karşınızda: Fenerbahçe taraftarının tribün performansı. Bu kadar kötü, bu kadar ahenksiz tezahurat görmedim ben hayatımda. Evden kaçasım geldi televizyonun başında. Bir Mehter Marşı tutturdular ben böyle sıkıntı görmedim. Okuldayken lise maçlarında tezahurat yapardık, okulun adını uydurmaya çalışırdık ya hani, aynı o kalitede Fenerbahçe taraftarının tezauratları. Takıma gelince, ilk yarım saat fena değil sonrasında çok çok kötü...

Şeker Bayramınız kutlu olsun...


Devamı - Dünyanın En Kötü Tezahurat Yapan Taraftarı: Fenerbahçe

Bayram Notları




Bugün biraz hafif yazacağım, tabiri caizse, haftaiçi ekonomi, politika gibi konularda konuşup, pazar günü bir anda aşktan meşkten bahseden, andropoz mağduru köşe yazarı gibi takılacağım.

* Bayram sabahı İstanbul'un en güzel yeri Süleymaniye olur. Bu durum değişmedi, Sinan'ın çağlar ötesi yapısı yine binlerce insanı bayram namazında ağırladı. Süleynamiye'ye, ölçeğine göre çok küçük sayılacak kapılardan girersiniz, bu sanki içerdeki mekanın büyüklüğünü daha da abartmak için yapılmış ufak bir numara gibidir. Fakat adımınızı Süleymaniye bahçesine attığınız anda, kendinizi bir imparatorluk başkentinde hissetmeye başlarsınız.

* Süleynamiye sadece bir cami olmadığı, çevresindeki, türbeler, şifahane, külliye, çeşme ve sebillerle beraber yapılan, İstanbul'un tarihindeki ilk kentsel proje olması sebebiyle, Süleynamiye sokakları, İstanbul'un diğer semtlerinden daha bir Osmanlı'dır, daha bir sakindir, başka bir zamana ait gibidir, Sultanahmet civarı gibi yüksek doz turizme maruz kalmamıştır, Fatih'in, Eyüp'ün unutulan mahalleleri gibi kenara da itilmemiştir, sanki kendine ait bir zamanı, bir zaman akışı varmış gibi gelir. İstanbul'dan, İstanbul'un içinde kaçmak demektir Süleymaniye, çünkü hala İstanbul'dan çok Asitane'dir.

* Caminin karşısındaki kuru fasulyecilere gitmeyeli çok oldu, bu aralar İstanbul'un kuru fasulyecilerini tanıyorum tekrardan. Favorim, Ender Usta... Kavacık'ta... Hüsrev de fena değil, fakat onu burada anmak Ankaralılara haksızlık olur, zira kendisi başkentin markası.

* Bayram sabahı klasiklerinden biri de Karaköy'e gidip, Güllüoğlu'nda tatlı sırasına girmektir. Uzun süredir gitmemişim, Antep'e gittiğim dönemlerden sonra baklavaya doymuştum. Güllüoğlu, Antep'te hem baklava yemiş, hem de baklava imalathanesi yapmış biri olarak söylemeliyim ki, kendi memleketindeki baklavacıları geçmiş. Havuç dilimini bile, İmam Çağdaş'dan daha iyi yapıyorlar.

* Yolda, Açık Radyo'yu dinliyordum. Şükran Güngör'le yapılan bir sohbetin tekrarı vardı. Rahmetliyi çok özlemişiz. Bize kendi sesinden, Kenter Tiyatrosu'nun kurulması hikayesini anlattı. İlginçtir, aynı hikayeyi Yıldız Kenter tek kişilik oyununda kendisi de anlatıyor. Fakat ikisinden de dinlemek ayrı keyif, ne ilginç bir çiftmiş onlar, iki büyük oyuncu, iki büyük kafa, aynı yastıkta... Çok eğlenceli ama çok da zor olmalı...

* Bayramın tabusu Beşiktaş oldu. Babamla bu konuyu konuşmamaya karar verdim. Beşiktaş konusu açılınca, adamın gözler büyüyor, dudak kuruyor, rengi sarıya çalmaya başlıyor. Buradan Başkan'a sesleniyorum: bana bak, beni üzebilirsin umrumda değil, fakat babamı böyle üzmeye devam edersen, iki elim yakanda olur ona göre! Ayrıca kongre de geliyor, sana oy vermemeye karar verdim. (Hatta aile olarak verdik, -20 düş hanenden.)

* Basketbol şampiyonasını yazmadığımız için ilgilenmediğimiz sanılmasın. Bu şampiyonada, Türkiye olması gereken şekilde turnuvayı bitirdi. Yıllardır değişmeyen arızamız, kendi gücümüzü bilmemek. İspanya'yı yenince kendimizi yenilmez armada sandık fakat gel gör ki, Yunanlılar bizi "denize döktü". Benim için turnuvanın sürprizi Türkiye değildi, kadrosunda NBA oyuncuları barındıran Türkiye zaten bir şeyler yapacaktı, peki ya Litvanya'nın hali neydi öyle? Bizim kuşak Sabonis ile büyüdü, Litvanya Basketbol demekti, hatta dünyada herhalde bu spora en aşık millet litvan milletidir. Fakat gel gör ki, Litvanya basketbolu çökmüş, doğru dürüst oynayamadılar, sanırım galibiyet de alamadılar. Vilnius, Kaunas... Hepsi yalan olmuş desenize...

* Son olarak, bayramda futbol maçı oynanması caiz midir? Eğer full aksesuarlı laik bir ülkede yaşıyorsan, evet caizdir. Fakat burası sunroof dahil full aksesuarlı laik bir ülke mi? Hayır, daha çok manuel şanzıman alıp, yan sanayide otomatiğe çevrilmiş, tam da çevrilmeyince "yarı-otomatik" diye uydurma bir kavrama sahip bir laiklik. Dini bayram için resmi tatil veriyorsun, ama ligler devam ediyor. Noel'de gavurland'de tatiller yapılırken, biz de ligler devam ediyor. Haftasonuna denk gelen maçlar, haftaiçine alınamaz mı, hem bayram günü maç mı olur? Beşiktaşlı olarak gitmişsiniz fenerlilerin evine bayrama, maç seyredecem diye tutturamazsınız ki, olmaz yani, bence katalogdan otomobil seçer gibi laiklik, hukuk, demokrasi anlayışı seçmeyelim, biraz kendimize uygun bir şeyler yaratalım, gerekirse yan sanayisini yapalım.

* Son olarak, bütün blog camiasının bayramını kutluyorum efenim...
Devamı - Bayram Notları

19.09.2009

Neden Kızıyoruz?

Şampiyon olan bir takımının tek bir oyuncusunu bile satmadan üstüne milyon euro'lar harcayarak nasıl gerileyebileceğinin hikayesi.. Takım içi dengeler derken herkes, o da ne ki? diye soran bir başkanın eseri...

1)Nobre:Geçen sezon sözleşmesi biten golcülüğü oldukça tartışılan ve fakat çalışkanlığı ile taraftarca sevilen Nobre.. ve tabi ki menajeri Figer Şampiyonluk gazı ile oluşan ortamı değerlendirmiş 2 milyon euro fiyata anlaşma imzamayı başardı..Aslında avrupa'da bonservisi olmasa bile Nobre'ye 1 milyon verecek takım bulmak bile imkansızken sevgili başkan bu çok açık blöfü göremedi..Haaa gören var mı? Bkz:Aziz yıldırım-lugano-figer....

2)Bobo:Aslında Nobre meselesini devamı.Gitmek istedi bobo satılamadı.Yunanlılar ona 2 milyon önerirken bizde 800 bine kaldı...Eeee dememek lazım kendisinin yarısı kadar golcü olmayan nobre bizden o 2 milyonu kapmıştı.. Başkan bir öyle bir böyle derken Bobo'yu küstürmeyi başardı..Sonuç bu sene oynamaya niyeti olmayan bir bobo.. Sözlemesi sene sonu bitecek bir bobo seneye bedava gidecek bu sene bir şey vermeyecek bir Bobo .. Bravo başkan bı görevide başardın..

3)Tello:Bobo'nun Light versiyonu sorun aynı ama biraz daha küçük.. ama sonuç benzer... ve yine alkışlar başkan'a

4)Fink:Gönder bedava'ya cisse'yi oldan bir gömlek alt olan bu almanı al.. alman ernst alman fink ne kadar zekice bir orta saha çözümü.. Bravo bir kez daha başkan.. sonuç tahmini Bkz:Seriç

5)Ferrari:Stoper olarak aslında eldekiler belkide en iyisi.. Fakat 4.5 milyon euro maliyeti ve Zapo'nun gidiş maliyeti'de 4 dersek 8.5 milyon euro ve ortada sadece ehh işte bir stoper.. Yine söz konusu başkan ise bunada şükür demek lazım..

6)Nihat:Yıllık 3.5 milyon euro'mu.. Başkanım takım içi denge derken.. Bobo'su var Tello'su var yazık değilmi onlara.. Sakatmış,2 yıldır doğru düzgün oynamamış, yaşı 30 olmuş ne önemi var Beşiktaş'ın öz çocuğu yuvasına döndü..Öyle olsunda sakın bu dönüş para için olmasın.. insan bir an düşünüyor değil mi başkan..

7)ismail: bir sol bek'e 6,5 milyon euro vermek hemde Şampiyonluk primlerini bile ödeyemeyen bir takımda.. Hemde öyle Barcelona'dan falan alınmış değil bildiğin Antep'den alınmış bir bek'e verilen bu para.. Ne denebilirken harika harika bir başkan..

8)Tabata:Yazmaya bile gerek yok komedi bile denemez.. sadece Bkz:Elano=7 milyon euro. Ayrıca küçük bir başka ayrıntı bu adam Beşiktaş'a gelmeye can atarken Antepte 3 kuruşa oynarken neden yıllık 1,5 milyon euro vermek gerekli bu adama.. Mesela 1 milyon versek gelmeyecek mi? Yine aynı mesele bobo tello ve yerliler şampiyonluk için ter döküp 2 kupa getirsin bu adamın yarısı para bile çok görülsün.. Başkan..

Del bosque'lerden, Komisyoncu Sinan ve transferlerinden(Seriç,Diatta,Zapo,Sivok...) vs'den bahsetmiyorum. Bunlar bu sene olan ve sadece transfer politasına yönelik hızlıca yazılmış ve bir anda akla gelenler..

Neden mi kızıyoruz?

Devamı - Neden Kızıyoruz?

Türkiye'den Politik Futbolcu Manzaraları #2 Kemalettin Şentürk


Bayram dolayısıyla bilgisayarımdan ve internetten uzak kalacağım için dizinin devamlılığı açısından,birincisinin üstünden çok geçmeden ikincisini yazmaya karar verdim.Bu isim Kemalettin Şentürk.Kemalettin,bu dizinin,yerini en hakeden ismidir ayrıca.O çoğu gibi apolitik bir tavır sonucu politik bir kimlik taşımak zorunda kalmamış,kendi politik kimliğini isteyerek giyinmiştir....

Sonradan da değineceğim gibi sol görüşlüdür Kemalettin ve bunu saklamaz fakat günümüzün "sol"unda da görebileceğimiz gibi;çelişkiler,zıtlıklar hakimdir Kemalettin'in "sol" anlayışına ve bunların farkındadır,kimini sahiplenir kiminin çelişki olduğunu itiraf eder.Bu anlamda Türkiye'nin gördüğü en olgun futbolcudur Kemalettin.Bu yüzden Oray Eğin'in sorduğu "Sen solcu musun?" sorusuna açık yüreklilikle "Kendime göre solcuyum,mutlaka.Ama yaşantı olsun,içinde bulunduğumuz ortam olsun,mecburi ortamda anafikirlerin birçok maddesine ters düşüyoruz ama görüş olarak öyleyim." diye cevap verebilmiştir.

Avrupa'da,örneğin İspanya'da General Franco'nun faşizminden tüm ülke nasibini almıştır fakat Bask bölgesinde yaşayanların daha fazla yanmıştır canları.O yüzden doğdukları coğrafya bir misyon yükler adeta bölgenin insanına,Basklılar genelde sola yatkın olurlar.Ancak Türkiye için böyle bir şey söylemek mümkün değil tabii.Sebepleri konumuz değil.Konumuz Kemalettin'in ne hikmetse özellikle 12 Eylül öncesi "sol" un kalesi olarak bilinen Artvin'de doğmuş olması.Yani,biraz zorlarsak Kemalettin'in de doğuştan solcu olduğunu söyleyebiliriz.Abilerinden etkilenmiş hayatının her alanında,hem onlar gibi top oynuyormuş hem de onlar gibi solcu olmanın hayallerini kuruyormuş.Bu yüzden bir yandan top oynarken bir yandan da Rus ve Bulgar edebiyatının ünlü isimlerini okumuş.Ve bugün,kendi tabiriyle çoğu futbolcunun kahramanı Abdullah Çatlı iken onun ki Deniz Gezmiş olmuş.Yıllarca "sol" ve futbol aşkı arasında kalmış ve sonunda kararını vermiş:Solcu bir futbolcu olmak!

Futbola Lise'de taşındığı Rize'de başlamış.Kısa sürede yükselmeyi başarmış ve 1991 senesinde Gençlerbirliği'ne transfer olmuş.Gençlerbirliği'nde iki sene oynadıktan sonra 93 senesinde Fenerbahçe'ye transfer olmuş ve böylelikle bir devre damgasını vuracak yolun kapısını açmıştır.Bundan sonra,tüm gözler onun üstündedir artık.Yaptığı her hareket,verdiği her demeç daha ağzından çıkmadan haber olmaktadır.Bunların dışında o futbolda da çığır açabilecek kadar hırslı ve savaşçı bir oyun karakterine sahiptir.Osieck döneminde ilk kez uygulanan ön liberolu sistemin ilk temsilcilerindendir.Perreira da ondan vazgeçemez ve Kemalettin ne hikmetse,hiç bir üstün yeteneği olmamasına rağmen sürekli ilk 11'de görülür.Çünkü illa benzetmek gerekirse Türk futbolunun Gattuso'su dur o.Enerjisi ve hırçınlığı bitmek bilmez.Rakibe durmadan saldırabilir.Tabii hakeme de...Belki oyun karakteri hayata bakışından besleniyordu belki de tam tersi...Kesin olansa Şükrü Saraçoğlu tribünlerinin bir daha asla bu kadar hırçın bir Fenerli göremeyecekleriydi o sahada.Ne Lugano ne yalancı pehlivan Fatih Akyel...Fener macerası sessiz sedasız bitti Kemalettin'in.Gönderilişinin arkasındaki sır perdesi bir türlü aydınlanamadı fakat kendisinin de belirttiği gibi Türkiye'de tarikat veya mafya ile doğrudan ya da dolaylı olarak bağlantısı bulunmayan kimse kolay kolay yer bulamazdı kendine futbolda.Sonraları: Diyarbakırspor,Antalyaspor,Kahramanmaraşspor,Osmaniyespor,Kütahyaspor,MustafaKemalPaşaspor,Kırkkalespor gibi bir çok takımda görev alsa da hiç biri listeyi uzatmaktan başka bir işe yaramayacaktı.

Kemalettin'in politik tavrına gelirsek...Öncelikle kendisini sol görüşlü olarak kabul ediyor ve fanatik derecede olmasa da sıkı bir Kemalist olduğunu söylüyor.Bu iki ideolojinin bir araya gelişinden doğan çelişkileri yadırgamıyor,kabul ediyor ve bir anlamda onlardan besleniyor.Atatürk'e zaafı olduğunu kabul ediyor,ona laf uzatıldığında dayanamadığını söylüyor.Fenerbahçe'de oynadığı dönemde İP'ye(İşçi Partisi) oy vereceğini açıklamış ve bu anlamda bir ilke de imza atmıştı çünkü Türk futbolunun belki de yüzde 95'i böyle bir farklılığa tahammül dahi edemiyordu.Uche'nin Ebru Gündeş'in klibinde oynamasından sonra şakayla karışık da olsa "ben de Ahmet Kaya'nın klibinde oyanamak istiyorum" dediği biliniyor.Ayrıca Susurluk'ta kaza yapan makam aracının içinde ölü bulunan eski Fenerbahçe yöneticisi Hüseyin Kocadağ'ı anmak için onun adının yazılı olduğu pankartla sahaya çıkan Fenerbahçe'de,o pankartı taşımayan tek isim olarak da dikkat çekmişti.Son olarak da, Türkiye'de çok büyük ihtimalle hiç bir futbolcunun yapmadığı Susurluk'un aydınlanması için bir dakikalık karanlık eylemine katılmış olduğunu belirteyim...

Serdar Topraktepe örneğinde olduğu gibi,futbolcunun hangi ideolojiye inandığı önemli değildir.Önemli olan,futbolcunun kendine has özellikleriyle var olabilmesidir.Hoş bu hayatın her alanında geçerlidir...Fakat bugün geldiğimiz noktada Kemalettin'in Fenerbahçe'den gönderilmesini ya da sadece 5 kez Milli formayı giymesini sadece Kemalettin'in yeteneksizliğine bağlayamayız sanırım.Kimsenin inandığının,yaptığı işe engel olmaması gerektiğini savunanların öncüsüdür Kemalettin ve en son geçen sezon Hacettepe'nin teknik kadrosunda görülmüştür.



Devamı - Türkiye'den Politik Futbolcu Manzaraları #2 Kemalettin Şentürk

18.09.2009

Türkiye'den Politik Futbolcu Manzaraları #1 Serdar Topraktepe


Bu başlık inceleyeceğim futbolcuları tam olarak anlatıyor mu bir türlü tam emin olamadım.Yani bu futbolcular gerçekten "politik" miydi?Muhakkak ki,değildiler.Hatta onları bir takım karanlık güçlerle bu kadar içli-dışlı yapan güçlü birileri tarafından kollanma isteğinin çıkış noktası,o futbolcuların hayatın her alanında apolitikliği seçmiş olmalarıdır.Fakat,siz apolitikliğinizden dolayı bir seçim yapmış olsanız bile bu sizi bir cenaha ait kılıyor ve sonuçta bir tavır takınmış oluyorsunuz.


Aslında Türkiye futbolunun neredeyse %95'lik bir kısmı suya sabuna dokunmazlığından dolayı,politik açıdan gayet etkisiz-belki de böyle olması gerekir- gözükürken öte yandan hepsinin dostluk kurduğu,ait olduğu zümre de bellidir.Bu zümreyi pek anlatmaya gerek yok sanırım,herkes istediği ideolojiye inanır o yüzden burada o zümreyi kötülemeyeceğim sadece bu konuda bazı futbolcular diğerlerine göre daha net tavır takınıyor,bu yüzden onları ayrıca incelemek istedim.Bunların başında da Beşiktaş ve Kocaelispor'dan tanıdığımız Serdar Topraktepe geliyor.




Aksaray'da Cerrahpaşa'nın arka sokaklarında doğmuş,büyümüş Serdar.Karagümrük'te futbola başlamış.Ardından Fulya'daki idman sahasından İnönü'ye geçmiş ve erken yaşta Beşiktaş formasını sırtına geçirmiş,yetenekli bir sol açık olarak akıllara kazınmıştı.94-99 seneleri arasında onun için her şey iyiydi.Ta ki,takım arkadaşı hatta Karagümrük'ten beri tanıdığı Oktay Derelioğlu,onun eski nişanlısıyla evlilik yoluna girene dek...Olay bugün bile çoğu futbolseverin aklından çıkmaz ve o günden sonra,ne hikmetse,ne Oktay ne de Serdar eskisi gibi olabilirler.Sonra Serdar'ın Kocaeli macerası başlar.Futbolunun en parlak yıllarını hep Kocaeli'nde yaşamıştır.3 sezon sonra Beşiktaş'a dönmüş ve Lucescu'yla daha defansif bir oyun anlayışı kazanmıştır hatta ben onun sol bek oynadığı maçları bile hatırlıyorum ki Kocaelispor'da forvete yakın oynuyordu.Neyse,Beşiktaş'ın 100.yılında şampiyonluk yaşayıp ardından 2004 senesinde tekrar Kocaeli'ne donmüş fakat bu sefer beklenen etkiyi yaratamayıp ara transferde Bursa'ya gitmiştir.Bursa'da tekrar eski günlerine dönüş sinyalleri veriyordu ve Bursa'nın Süper Lig'e çıkmasında büyük pay sahibiydi.O sezonun sonunda Sivas'a gitti.Sivas'ta geçirdiği 2 vasat sezonun ardından tekrar Kocaeli'ne döndü ve sanırım şu sıralar boşta...




İnişli çıkışlı bir futbol hayatı...Fakat Serdar'ı ilginç kılan bu değil.Beşiktaş'tan ayrıldıktan sonra da görüştüğü ve en yakın arkadaşı olduğu söylenen Ali Eren'le birlikte Sedat Peker'in manevi kardeşleri arasında sayıldığını biliyoruz.Hatta Ali Eren'le Serdar'ın ortak kullandıkları Ferrari'nin Sedat Peker'in armağanı olduğu söyleniyor.Futbolcularla arası iyi olan bir diğer isim olan Erdal Acar'la da arkadaşlar.Serdar'ın İstanbul'daki evi de Erdal Acar'ın babasının yaptırdığı Acar Kent'te...Ayrıca,Serdar'ın 2002'deki ani Beşiktaş dönüşünü o dönem kulüpteki görevi dolayısıyla Sinan Engin'e dolayısıyla yine Sedat Peker'e veya Alaaddin Çakıcı'ya bağlayabiliriz.Hatta komplo teorilerine 2 senelik Sivas macerasını bile ekleyebiliriz.Zira Sedat Peker'le Mecnun Odyakmaz arasında yanılmıyorsam bir akrabalık var ya da sıkı bir dostluk...




Futblcunun idman dışında zamanını geçireceği insanları toplumun üst kesiminden seçme çabalarını anlayabiliyorum.Ayrıca kimin kiminle dostluk kuracağı kimseyi ilgilendirmez.Bunlar olabilecek şeylerdir.Fakat,yine de,bu bağlantılar diğer futbolcularınkine nazaran biraz daha görünür olunca bir kaç farklı detay birleşebiliyor.Dediğim gibi içlerinde komplo teorileri de var gerçek olanlarda amacım bu tip "sıra dışı" futbolcuları incelemek...

NOT:Bu bilgiler ve bu konu için öncelikle Oray Eğin'in "Başkalarının Sakatladığı Çocuklar" adlı kitabını inceledim.Futbolcularla yapılmış söyleşiler var.Çok önemli bir kitap olarak değerlendiriyorum.Zira futbolcular hakkında pek bilgimiz olduğu söylenemez.Bu kitap o eksiği bir nebze de olsa kapatmış.
Devamı - Türkiye'den Politik Futbolcu Manzaraları #1 Serdar Topraktepe

17.09.2009

17 Eylul Panathinaikos Galatasaray Macı


Gecen sene Sampiyonlar liginde son 16'ya kalip buyuk basari elde eden Panathinaikos'un basinda Rijkaard'in eski yardimcisi ve cok iyi arkadasi olan Ten Cate var. Ayni Rijkaard gibi atak futbolu oynatmayi seven Ten Cate'nin elindeki en iyi hucum oyuncusu olan Cisse'nin kart cezalisi olmasi bizim icin buyuk avantaj.

Takimda dikkat edilmesi gereken oyuncular:

Transferin son gununde, senelerdir sag bek icin gundemimize gelen ama bir turlu alamadigimiz Seitaridis'i Atletico Madrid'den transfer ederek defansini guclendiren Panathinaikos'un defansinda genelde Ispanyol stoper Sarriegi ve yaninda Isvecli stoper Bjarsmyr'i oynuyor.

Orta sahasinda defansif anlamda Gilberto Silva (Brezilya Milli takim oyuncusu) ve Yunan milli takiminda da oynayan Katsouranis gibi 2 iyi oyuncuya sahip olan Ten Cate orta sahasini Mozambikli Simao ile guclendirecektir.

Benim de cok begendigim takim kaptani Karagunis takimin beyni olarak oynatiliyor. Iyi frikik kullanabilen Yunan Milli takiminda Yildizi olan Karagunis'e mutlaka onlem alinmasi gerekiyor.

1.88 'lik dev sol kanat oyuncusu ve cok iyi sutlari olan eski Liverpool oyuncusu Arjantinli Leto'yu Ten Cate tahminen sol kanatda kullanacaktir. Ilerde Cisse'nin yerine Yunan milli takim oyuncusu olan Salprigidis'e gorev verecektir. (90 macda 39 golu var)

Sonucta hucum hattinda Leto-Karagunis-Salprigidis'e dikkat etmez isek, basimizi cok agritabilirler. Isler yolunda gitmez ise Yunanistan'in Arda'si olan 19 yasindaki Sotiris Ninis (7 Numara) oyuna girecektir. Cok seri ve iyi bir teknige sahip olan Ninis ayni Elano gibi ters kanatlara attigi uzun paslar ile takimini gol pozisyonuna sokabiliyor.

Bizi bu aksam cok zor bir mac bekliyor. Insallah oyuncularimiz milli takim yorgunlugunu ustlerinden atmistir ve futbol sansi bu aksam bizim yanimizda olur.
Devamı - 17 Eylul Panathinaikos Galatasaray Macı

16.09.2009

Biraz Yazık Oldu Doğrusu


Maçtan önceki yazımdan başlamam gerekirse, Hakan Liverpool bunalımını üstünden atmış, bence gayet iyi bir maç çıkardı. Ben hala Beşiktaş'ın bir "sağ bek"i olmadığını düşünüyorum. Oyuncuların ayakları çok titremedi, ileriye fazla şişirme top atılmadı, Rooney'e de boş alan verilmedi, Bobo, Giggs zaten yoktu. Tello gününde değildi ve Scholes bizi saçma bir kafa vurusuyla yıktı. (daha önceki 10. ve 11. maddelerden tutturduğumu düşünüyorum, hatta 9 da doğru olduğundan ve 3 maddeden birden kaybettiğimizden yenilmemiz kaçınılmaz oldu (çünkü ben ne desem hep doğru çıkıyor diyen spor yazarı zihniyeti...)).

Tek üzüntüm Denizli'nin 64. dakikada Owen ve Berbatov oyuna girdikten sonra olacakları kestirip defansa daha fazla önem vermememiş olması. Manchester'in çaktırmadan fena üstümüze geldiğini görüp daha sağlam defans yapmalıydık. 0-0 beni gayet mutlu ederdi açıkçası, oyuncular da bence son aydaki kötü performansı unuturlardı. Denizli de ilk CL puanını almış olurdu, bence bu yenilgi, ne kadar Türk ligi için "kurt hoca" olsa da, biraz onun tecrübesizliğini de yansıtıyor. Yine de onurlu bir yenilgi oldu, ama belki de daha iyisi mümkündu, kim bilir? CL'de beraberlikle yenilgi arasında sadece bir puan yok, Manchester'in aldığı 3 puan'in ileride grubu nasıl etkileyeceği de önemli. Sonuçta berabere kalabilmiş olsaydık, ileride Manchester kazanabilmek için daha fazla mücadele etmek zorunda kalıp bizim rakiplerimize karşı daha da istekli oynayacaklardı.

Beşiktaş seyircisinin hastasiyim...

Foto: Milliyet
Devamı - Biraz Yazık Oldu Doğrusu