31.10.2009

Daha Geç Kalamazdın!



İskoçya'da çarşamba günü oynanan Insurance Cup çeyrek final maçında, Celtic kaptanı Stephen McManus yaptığı yerinde(!) müdahale yüzünden kırmızı kartla oyundan atıldı. Uzun zamandır gördüğüm, en kötü zamanlamaya sahip kayarak müdahaleydi. İşin garibi, pozisoyonda bayağı geride kalan hakem bu pozisyona önce sarı kart vermeye yeltendi, yardımcı hakemin uyarısı üzerine kaptanı kenara aldı.

Kaptan bu hareketi Old Firm arasındaki bir maçta yapsa ne olurdu acaba? Ya da bizimkiler derbide böyle yerinde(!) müdahalelere girişseler ne olurdu, düşünmek bile istemiyorum....

Bu arada maçı Hearts 1-0 aldı...




Devamı - Daha Geç Kalamazdın!

Celtics:118 Bulls: 90 Bu Nası Takım?


Bu sene Celtics'i ilk kez TV'den izledim ve ağzım açık kaldı. Hayatımda bu kadar iyi oynayan bir takımı belki uzun zamandır görmemiştim. Bulls'u bu kadar çaresiz bırakacaklarını hiç ama hiç düşünmemiştim, çünkü geçen sene play-offlarda yaşanan çekişme hala akıllarda. İçerden dışardan her yerden domine etti Celtics Bulls'u.
Rondo, Pierce, Garnett, Allen zaten saymaya gerek yok ama Celtics'in bu sene yedekleri de muazzam. Sempatik ayıcık Big Baby" Davis sezon açılışından bir gün önce çocukluk arkadaşıyla tepişirken sağ el baş parmağını kırdı, fakat bu gece kimse bunu önemsemiyordu çünkü Celtics'in diğer yedekleri fırtına gibi esti geçti. Eddie House 22 dakikada 22 sayı, Sheldon Williams ise 10 sayı gönderdi Bulls potasına. Bu sonuçla Celtics üçte üç yaparak yoluna devam ediyor, ben de 25 Kasım'daki Philadelphia maçını iple çekiyorum.

Devamı - Celtics:118 Bulls: 90 Bu Nası Takım?

30.10.2009

Total Futbol Fetişizmi ve Alex Ferguson



Anlayan anlamayan herkes takımının "total futbol" oynamasını öngörüyor artık.Total futbol,günümüz sosyal-politik sihirli,laf edilemez ve bir o kadar da şeffaf kavramlarının futboldaki yansıması haline geldi adeta.Total futbola laf söylenilmez.Avrupa Birliği'nin "insan hakları" kapsamında bir türlü somutlaştıramadığı maddelere de...Birleşmiş Milletler dahi 1945'ten beri insan haklarının evrensel düzeyde sağlanabilmesi için tesis edilmiştir.Oysa 1945'ten sonra belki de daha önce olmadığı kadar insanlık ayıbı işlenmiştir.Uluslararası savaşlar yerini iç savaşlara,etnik çatışmalara bırakmıştır ve insan hakları deyim yerindeyse bir de BM tarafından tecavüze uğramıştır.Öyleyse,BM'in,AB'nin sorunlara çare olamadıklarını görüyoruz.Demek ki,total futbol da kendimizi her derde deva olacağına zorla inandırmak istediğimiz bir kavram,çözüm kisvesi altında sorunların çoğunun görmezden gelinmesini kolaylaştıran bir can simidi.

Öncelikle,total futbol tam olarak nedir?Hollandalıların başlattığı bir akım olduğu muhakkak.Fakat burada da bir sorun ortaya çıkıyor.Yani Marx'ın Marksist ya da Mustafa Kemal'in Kemalist olmadığını biliyoruz.Büyük ihtimalle Hollandalılar da total futbol aşığı değillerdi.Tamam ilk defa onlar futboldaki-özellikle orta alandaki- mevkii kavramını flulaştırarak bugün oynanan futbolun temelini attılar.Gene de,Cruyff olmasaydı,sistem bu kadar başarılı işlemeyebilirdi.Hollandalıların total futbol anlayışı üzerine daha fazla konuşulabilir tabii ki ama genel hatlarıyla topun sürekli oyunun içinde kalmasını,paslaşmayı,takım oyununu kutsayan ve taktiksel dizilişlere pek önem vermeyen bir sistem olduğunu söyleyebiliriz.Bu noktada total futbolu sorgulayabileceğimiz bir kaç önemli sorun ortaya çıkıyor.Birincisi,eğer sanıldığı üzere taktiksel dizilişlerin,oyuncunun saha içindeki yerinin pek bir önemi yoksa,Mustafa Denizli total futbol aşığı bir hoca olarak gösterilebilir.Çünkü saha içi dizilişlerinde Şampiyonlar Ligi'ni bile yanıltabiliyor.Kimin nerede oynadığı,tam olarak ne yaptığı belli olmuyor çoğu zaman.Hemen burada ikinci sorunun sorulması gerekiyor:Madem total futbol sistemi değil oyunu kutsuyor,o zaman son yıllarda total futbol fetişizmiyle birlikte ortaya çıkan 4-3-3 fetişizmine ne demeli?Günümüzde total futbol oynamanın tek yolu takımına 4-3-3 oynatmaktan geçiyor adeta.Hemen burada bir soruyla daha zihnimizi iyice bulandıralım:Alex Ferguson'un Manchester'ı total futbol mu oynuyor?Sorunun cevabı evetse,Ferguson'un -tüm dünyada bir bildirge yayımlanmışçasına-uygulamaya konulan 4-3-3 bağımlısı olmadığını aksine klasik diye tabir edebileceğimiz 4-4-2 sistemini benimsediğini fakat buna rağmen her an oyunun içinde kalabilen,deyim yerindeyse "birlikte gidip birlikte dönebilen" bir takım yapısına sahip olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmalıyız.Eğer yanıtınız hayırsa,Alex Ferguson'un total futbolist olmadığı halde,total futbolun öngördüğü kompakt bir yapıya sahip,sürekli oyunun içinde kalan,hız ve güce doğrudan bağlı,sağlı-sollu palaşmalara önem veren,kanat organizasyonları dahil çok alternatifli hücum organizasyonlarına sahip bir takım yaratmış olmasını nasıl yorumlayacağız?Üstelik bunu Rooney dışında bir dünya yıldızları olmadan yapıyorlar.Yani Ferguson bir bakış açısına göre total futbola bir ideoloji keskinliğinde bağlı olabilirken,bir diğer bakış açısına göre de çağa ayak uyduramamış bir "dinazor" gibi görülebiliyor.Mesele,total futbol dahil hiç bir kavramı tabulaştırmamakta.

Devamı - Total Futbol Fetişizmi ve Alex Ferguson

Kelebek Etkisi: Bir Top, 22 ‘Adam’ ve Meydan Muharebesi


GS-FB derbilerinin Saraçoğlu/Sami Yen ayrımı yapılmaksızın benzer formata girdiği artık aşikar. Forumlarda, bloglarda ve gazetelerde (ve gazete altındaki çerez yorumlarda) aynı konular, her sezon özne değiştirerek 2 kez gözümüze sokuluyor. İşin ilginç yanı, son 2-3 senedir nerdeyse her derbi sonrası ortalama 3-4 maç stad kapatılması hikayesinin standartlaşması, ve bunun bize artık normal gelmesi. Kulağa şimdilik biraz aşırı gelebilir ancak, yakında 2 takımın stadları da her sezon 1 maç için kullanılır hale gelecek, derbi sonraları bir sonraki sezona kadar kapanmak suretiyle. Nitekim, 3 sezon önce Sami Yen’deki organize rezil olaylar bir Avrupa Kupası maçında yapılmış olsa, ceza 5 maçla kalmayabilir; aynı şekilde Saraçoğlu’ndaki gibi bir hakemin başı yarılsa, futbolcuların üstüne yumurta, şişe gibi maddeler atılmış olsa, bir yönetici sahaya atılan bıçağı kameranın önünde alıp ceketinin içine saklasa, o takımın sahası tüm sezon Avrupa Kupaları için kapanabilirdi. (Tabi bu durum bize hiç koymaz, Almanya’ya gideriz, Gelsenkirchen’de 60 bin Türk önünde maçlarımızı yaparız, aynı durumun Türkiye içindeki versiyonu da İzmir Atatürk’tür. Sonuçta daha bile çok işimize gelir, bir de UEFA/TFF uçak biletlerimizi ayarlasa şamda kayısı...). Geçen sezonki Sami Yen derbisinin son dakikalarında aklıma ilk gelen Hillsborough ve Heysel olaylarının yaşanması yakındır, ki Heysel olayı, daha önceki İngiliz mimlenmeleriyle beraber tüm İngiliz takımlarına başlı başına 5 sezona mal olmuştur. Böyle bir durumda, saha kapatılması/men edilmesinin etkisinden çok, Kerem’in ‘Hillsborough Faciası Ali Sami Yen Faciası Olur mu?’ yazısında da belirttiği gibi, onuncu senesinde hatırlanacak olay, coşkuyla şunun bunu X-Y skorla yendiği değil de, sus-pus bir saygı duruşu vasıtasıyla fındık beyinliler yüzünden 10 sene önce o gün, Z sayıda vatandaşın hayatını yitirdiği gerçeği olacak. (Aslında sus pus yerine 'Ya Allah Bismillah Allah-ü Ekber' nidaları eşliğinde demek daha olası bir senaryo)


FB yönetimi bu stadı ülkemizde UEFA finali oynanması için mi yaptırdı? Ya da GS yönetimi -afedersiniz- eşşek mi de onca tartışmaya gebe, defalarca ihaleye sunulmuş 52 bin kişilik, Avrupa’nın en konforlu stadlarından birini yaptırmak için bir taraflarını yırtıyor?

Böyle mi devam edecek, dahası her sezon futbol dışı olaylar çığ gibi büyüyecek, yoksa derbi sonrası tekrar futbolun konuşulacağı sezonlar yakında mı? ‘Celebrate the game’ felsefesini Türkçe’ye çeviremeyen (bkz. Volkan’ın Kaybedençekipgiderspor yazısı), rekabet değil de nefretten gücünü alan bir futbol kültürünün parçası olarak pek umutlu değilim, 1.ci şıkkı işaretliyorum.
Devamı - Kelebek Etkisi: Bir Top, 22 ‘Adam’ ve Meydan Muharebesi

Kasım Ayı Şike Ayı

Saçma sapan futbol gündemimizde, gözden kaçan, belki de kaçırılmak istenen, çok önemli bir konu var: UEFA'nın elindeki şike dosyaları. Bir süre önce, gazetelere haber olan bu dosyaların hepsinin kanıtlandığı iddia ediliyordu. Türkiye'den özellikle Bank Asya Ligi'nden pek çok takımın şike yaptığını belgeleyen tam 40 ADET dosya olduğu söyleniyor. UEFA'nın ilgili konuyla kurduğu komisyonun başındaki Karl Dhont, bu dosyaları kasım ayında açıklayacaklarını söylemişti. Eğer bu belgelerin sayısı ve ispat yeterliliği iddia edildiği gibiyse, Kasım ayı Türk futbolu için bir milat olabilir.
Devamı - Kasım Ayı Şike Ayı

Futbolda Pozitif Ayrımcılık Yapılabilir mi?


Başlıktaki sorunun cevabı biraz çetrefilli... Elimizde, kendi şehri ve çevresinden yetişmiş futbolcularla yıllarca şampiyon olmuş bir takım var: Trabzonspor. "Özkaynak düzeni" dedikleri bu sistemin Trabzonspor'a pek çok kez geri getirilmesine çalışılmış, fakat yerel güçten, büyük takıma evrilen Trabzonspor için bu sistem artık tarihin tatlı bir dönemini hatırlatmaktan öteye gidememişti. Peki Karadenizde denenmiş bu sistem, mesela Diyarbakır'da denenemez mi? Bundan 10 sene önce, Diyarbakırspor "Kardeşim ben sadece Güneydoğulu oyuncuları oynatacağım, bir de yabancı hakkımı kullanacağım" dese, yer yerinden oynar, Diyarbakırspor bölücülükle suçlanırdı. Karadeniz özkaynak düzeni olan pozitif ayrımcılık, güneydoğuda bölücü olurdu. Fakat şartlar değişti, ya da değişmek üzere; futbolda da bölgesel takımların önde gelenleri bu tarz pozitif ayrımcılık kararları ile bölge futbolunun gelişimine katkıda bulunamazlar mı? Diyarbakırspor gibi klüplerin asansör takım olmaktan kurtulup, gerçekten bir amacının olmasını sağlamaz mı? Bilbao modeli gibi katı olmasına gerek yok, Real Sociedad gibi bir sistem gayet başarılı olabilir. Bölgenin futbol merkezi olma konusunda Diyarbakır'ın eline, en yakın rakibi Gaziantep'e karşı bir koz geçer. Gaziantep zaten kendi kentinde altyapısını oluşturmuş, finansal problemleri de çok olmayan ve her daim ligde ciddiye alınacak bir takım, ayrıca Antepliler'in Güneydoğu bölgesi bağlamında söylemek istedikleri bir söz yok, onlar için Anteplilik daha önemli, fakat aynı şeyi Diyarbakır için söyleyemeyiz; Diyarbakır ister kabul edin, ister etmeyin Kürt vatandaşlarımızın baş şehri; haliyle takımları da bölgenin bütün halkını -Antep dışında- temsil eder bir niteliğe sahip. Kimbilir belki güneydoğuda da özkaynak modeli başarılı olur, biz de uzun süredir beklediğimiz 5. şampiyon takımımızı, hiç de beklemediğimiz bir yerde bulmuş oluruz.
Devamı - Futbolda Pozitif Ayrımcılık Yapılabilir mi?

Sabah 11'de Böyle Tespit Yapılır Mı?


Mehmet Demirkol sabahları NTVSpor'da yayınlanan programında bugün bence önemli olan bir tespitte bulundu; son bir haftadır yaşadığımız "derbide katil kim?" heyezanlarının arkasında cemaat kültünün bıraktığı akıl tutulması olduğunu söyledi. Sanırım, bahsettiği konunun geniş anlamının farkına varıp, programın formatını bozmamak için bahsettiği konunun nerelerden kaynaklandığına girmedi ama bu tespiti bile ulusal kanalda rahatça dillendirmesi takdir edilesi bir davranıştı.


Programında sabah sabah dillendirdiği bir kaç tespitini burada yazmamın bir sebebi var; ülkede futbol üzerinden dönen geyik nice zamandır futbolun kendisini aşmış, başka yerlere, çoğu zaman da oldukça tehlikeli yerlere uzanmakta. Derbi tansiyonu ve futbol oyunu aynasından bakınca, anlamsız gelen bir nefret aslında başka aynalardan çok daha vahim şeyleri yansıtıyor olabilir. Sosyoloji hakkında kelamı az olan biri olarak bu konulara bu yazıda giremem ama taraftar nefretinin anlık şiddet tezahürlerinden öte kalıcı bir kine, hatta kamplaşmaya döndüğü de yadsınamaz bir gerçek. "Cemaatleşme" sadece dini aidiyetlerle anılmamalı, dini hassasiyetleri olmayan ya da az olan insanların da, başka türlü cemaatleşmeye gittiği, ortada birey ve bireysel fikir namına müthiş bir çölleşmenin yaşandığı bir döneme girmekteyiz. Uzlaşmaya kapalı cemaat kültürünün bize ortak bir akıl getirmediği, bireysel aklı da engellediği onun yerine cemaat aklını koyduğunu görmekteyiz. Böyle bir ortamda, akılcılığın, vicdanın, bireysel özgürlüğün tartışılması mümkün olabilir mi?

Tam da bu yüzden, çok iyi tahsil almış, mesleklerinde son derece başarılı, kalemi güçlü insanların bile, konu bir futbol maçı olunca, akılcılıklarını nasıl dolaba kaldırıp kilitlediklerini görmekteyiz. İşte Milliyet'in Elano haberi, maçtan önce olanlar, maçtan sonra olanlar, eskiden tansiyon maç ile ilgili olurdu, taraftar şiddetinin bile maçla ilgili bir sebebi olurdu; hatalı kararlar, kötü futbol, haksız bir yenilgi... Şimdi sadece şiddet var, futboldan bağımsız, kendi kuralsızlığı ve hoyratlığı ile...

Sosyoloji konusunda uzman olanların gerçekten bu dinamikleri incelemesi gerektiğini düşünüyorum, tarafımdan naif bir şekilde ifade edilen tespitler aslında içinde bulunduğumuz ve hiç de naif olmayan bir dünyanın karmaşık notları sadece. Keşke bu konu, sabah 11lere, bir spor programının birkaç dakikasına sıkışıp kalmasa, NTVSpor başta olmak üzere bütün spor kanallarının aslında sporun -başta futbol olmak üzere- bu açılımlarını da uzmanlarla tartıştığı programlar yapmasının vakti gelmedi mi?
Devamı - Sabah 11'de Böyle Tespit Yapılır Mı?

29.10.2009

Lyon Haketti...


Lyon, Fransa'nın ortalama klüplerinden biri iken, sadece 10 senelik sürede Fransız Ligi'nin lokomotif takımı haline geldi. Sahadaki başarı tesisleşmeye de yansımış gibi; 60 yıllık stadları Gerland'a elveda demeye hazırlanan Lyon, kendine yepyeni, mimari bir ikon haline gelecek bir stad yaptırmayı düşünmüş. Yeni stadın adı, (le) Grand Stade ve adına yakışır 62.000 kişilik bir kapasiteye ve 350 milyon avro gibi grande bir bütçeye sahip bir yatırım olmuş. Bir aksilik olmazsa açılış tarihi Aralık 2013...

Mimari projelerini spor tesisleri konusunda uzman bir firma olan Populous hazırlamış. Portfolyolarında Galler'deki Milenyum Stadı, Arsenal'in yeni Emirates'i, Bolton'un Reebok Arena'sı olan firma, sadece spor tesisleri yapan ve global ölçekte çalışabilen bildiğim tek firma. "About us" bölümünden aşırdığım fotoğrafları (yukarda), sanırım firmanın vizyonunu gayet net anlatmakta...


Projeye gelince, Lyon kentini bilmediğim için kentsel ilişkileri konusunda bir şey söylemem fakat yapı plastiği olarak hoşuma gittiğini söyleyebilirim. Son yıllarda artık kabak tadı vermeye başlamış aerodinamik hatlı stadyumlara göre, çatıda kullandıkları sert çizgiler farklı bir tarz yaratmış. Fakat, Allianz Arena'dan beri moda olan "değişken renkli ışıklı kutu" esprisi biraz geç kalmış. Yakında her takımın kendi renklerine göre ışıldayan bir stad istemesinden korkuyorum. Allahtan Newcastle, Juventus, Beşiktaş gibi takımlar hala var; siyah-beyaz'ın bu konsepte işleyeceğinden şüpheliyim, en azından o takımlar kendilerini kurtarır.



Devamı - Lyon Haketti...

28.10.2009

Çirkef Bilica - Christian'a Ne Demeli?


Bilica'nın bu ilk marifeti değil. Bu yazının sebebi disiplin kuruluna gönderilmesi de değil. Hatta maçtan önce Eren'e söylüyordum,Bilica Lugano'dan daha çirkef diye. Zaten hareketleriyle kendisini hemen belli etti. Onun bu sene oynadığı neredeyse her maçı izledim. Oynadığı futbol konusunda şüphelerim olsa da iyi bir defans oyuncusu olduğunu biliyorum, özellikle de eldeki oyunculara baktığımız zaman. Fakat hemen her maç yaptığı centilmenlik dışı hareketler çok canımı sıkıyor.

Fenerbahçe takımının olağan şüphelileri Lugano ve Emre bile sakinken, daha dün takıma gelmiş Brezilyalı'nın bu hareketleri sizi bilmem ama benim oldukça sinirimi bozuyor. Dikkat edin pozisyonun içinde olsun olmasın, Bilica bi yerlerden yetişip karşı takım oyuncuları tahrik edecek hareketler yapıyor, ya sözle ya da fiziksel olarak. Lugano'nun kötü kalpli olduğuna inanmıyorum. Kibarca söylemek gerekirse, sinirleri bozuk bir insan sadece. Fakat Bilica'dan o kadar emin değilim. Kimse Fenerbahçe'den Fair Play ödülünü beklemiyor, özellikle de elimizdeki kadroyla. Fakat antipatik olmanın da bi alemi yok.

Son olarak, Christian'ın bu maçta yaptıklarını tasvip etmek imkansız. Arda'yla olan polemiğini maçın içine taşıyarak çok profesyonel bir oyuncu olmadığını gösterdi. Ama ne yalan söyleyeyim seviyorum adamın oyununu. Daha önce de pek bir çirkefliğini görmedim. Umarım istisnai bir olaydir.
Devamı - Çirkef Bilica - Christian'a Ne Demeli?

Guti'den Hareketin Kralı!



Real kaybetti kupa maçında, zaten bloglar bundan uzun uzun bahsetmişler. Ben ise oyundan alınan Guti'nin rakip taraftara yaptığı "güzel hareketi" burada sizinle paylaşmak istedim.





Devamı - Guti'den Hareketin Kralı!

Edirne'nin Ötesinde Hayat Yok Mu?

Batuhan için Manchester City'nin yaklaşık 1 milyon pound teklif yaptığı zamanlardı. Bundan iki, bilemedin 3 sene öncesi, biz daha Batuhan kim oluyor ki diye düşünürken, İngiliz onu Beşiktaş altyapısında görmüş, taliplisi olmuştu. Batuhan gitmemeyi seçti, "wonderkid" pozisyonundan problemli gence doğru evrilişinde mihenk taşı bence bu olay oldu. Kariyeri daha önce hiç bir Türk oyuncunun izlemediği bir yol izleyecekken, o herkesin gittiği yoldan gitmeyi, tanıdık sularda ufak kulaçlar atmayı tercih etti.

Sonrasında sıra Muhammed Demirci'ye geldi, hani şu "Sergen'den bile yetenekli" denilen bu minik kardeşimize talip ise daha büyük bir takımdı: FC Barcelona. Ailecek İspanyalara gidildi, muhtelif görüşmeler sağlandı fakat anlaşmaya varılmadı ki Muhammed hala Beşiktaş'ın altyapısında bir yerlerde...

Acaba Beşiktaş'ın altyapıda mı var sadece böyle cevherler derken bu sefer bir başkası Bursaspor'un altyapı'dan çıktı. U17 Milli Takımı'nın kaptanı Muhammed Demir'e (İsimler nerdeyse aynı!) Premier Lig ekiplerinden Newcastle ve West Ham talip olmuştu. Premier Lig'i takip edenler iyi bildiği üzere, West Ham İngiltere'nin en iyi altyapısına sahip klübüdür ve Lampard, Cole, İnce, Ferdinand gibi pek çok yıldızın yetiştiği takımdır. Böyle klübe, Türkiye'den yetişme bir oyuncunun gitmesi müthiş bir başarı olacaktı derken.... Sanırm bu iş de yattı.

Blog'da Oğuzhan Özyakup ile ilgili postumu okumuşsunuzdur, Oğuzhan Hollanda'da yaşayan Türk kökenli bir genç. Bursalı Muhammed ile yaşıt ve geçen yaz Arsenal'e transfer oldu. Şimdilik rezerv takım ile antremanlara çıkıyor fakat Wenger kendisinden çok şey bekliyor. O da, şansını iyi kullanırsa Arsenal'de kalıcı bir yer edinecek. Diyelim işler beklediği gitmedi Oğuzhan için, yine de Arsenal Altyapısı mezunu olmak, iyi bir okuldan mezun olmak gibi, vasat halinizle bile gidebileceğiniz pek çok üst düzey takım ve lig mevcut. Arsenal olmazsa, Stoke olur, Charlton olur, Burnley olur belki de Wolves olur. Ne olursa olsun, Oğuzhan büyük bir bariyeri genç yaşta aştı, dünya futbolunun merkezine adımını attı. Bizimkilerin ise, burada kendilerini en az 3 farklı kategorideki takımda kanıtlayıp, sonra Milli Takım'a yükselmesi şart, sırf Oğuzhan'ın olası kötü senaryosunda gideceği takımlardan Stoke City'ye kapak atabilmesi için. Türk futbolcularının Avrupa'da piyasası olmadığını söyleyen, "İsmim Ahmetoviç olsa, herkes peşimde koşardı", "Pasaportumda Brezilyalı yazsa, dünya starı olmuştum." gibi artık iç bayan serzenişlere sığınan futbolcularımıza inat, Avrupa'nın klüpleri bizim takımları altyapılarına kadar inceliyorlar, olası genç yetenekleri, ucuzken ve gelişimlerinin en kritik zamanında kapmak istiyorlar. Fakat gurbet bize zor geliyor, burada paranın da, şöhretin de daha kolay kazanıldığını biliyoruz. Aranızda Arda'nın hala yurtdışına gitmek istediğine inananlar kaldı mı? Sizce de Sercan Avrupa biletini kaçırmadı mı? Peki niye böyleyiz biz?

Mesele sadece futbol ile ilgili değil, ya da sporcuların eğitim seviyelerinin bir sonucu değil. Bugün en eğitimlisinden en cahiline kadar hepimiz sadece bu ülke sınırları içinde başarılı olabilecek şekilde biçimlendirdik hayatlarımızı. Şanslı ve becerekli olan çok azımızın dışında, hayatlarımızı dünya için herhangi bir fark yaratmadan, bir değer üretmeden tükettik. Kendi kendimize öğrettiğimiz doğruların, hayatın bütünü olduğuna inandık, gerçekten "Bir Türk Dünyaya Bedel" dedik, ama dünya bizi dinlemedi aldı başını yürüdü. Treni kaçırmış bir milletin çocukları olarak, yakaladığımız son vagonu lokomotif belledik, az ürettik çok yanıldık. Yurtdışında yıllarca yaşayanımız bile, "vatan hasreti" yüzünden geri döndü. Dışarda "iyi adam" olmak yerine, burada "imparator" olmayı tercih ettik. Sınırlar, duvar olup üzerimize kapandıkça, biz de Edirne'nin ötesinde hayat yok sandık...

Yanıldık dostlar, dünya biz olmadan da döndü, şimdi yıllar ve kuşaklar sonra dünyaya tekrar dönünce, hiç bir şeyin eskisi olmadığını görüyoruz. Pek çoğumuz kendini şu anda yaşananların bir parçası hissetmiyor, kendi hayali geçmişinde yaşamayı buna tercih ediyor, ya da bitmeyen komplo teorileri ile çıpla gözle gördüğü yerine görmediğine inanmayı tercih ediyor. Korkuyla yaşıyoruz; yeniliklerden, farklılıklardan ve en önemlisi değişimden korkuyoruz. Biz gibi olmayan herşeyden çekiniyoruz. Bu kafayla yabancı bir ülkeye nasıl yerleşilir ki? Yabancı olmayı biz zaten oraya gitmeden başarabilmişiz...

Bu satırları okurken, hayır ben böyle değilim dediğinizi duyar gibiyim, bunlar kişiler bazında olan şeyler değil ki, bu toplumsal bir afazi, bir akıl tutulması. Sporda da yansımaları var, çocuklarımız kendilerine altın tepside verilen fırsatları 15-16 yaşlarında ellerinin tersi ile iterken, 21 yaşındaki abileri yenildikleri maç sonrası, Brezilyalı takımdaşının, rakip takım oyuncuları ile şakalaşmasına anlam veremiyor.

Türkiye'de Arda mı olmak isterim, yoksa Arsenal'de geleceği daha belirsiz olan Oğuzhan mı? Belirsiz olanın arkasında daima umut vardır umutsuzluk kadar, Arda'nın ise önünde sadece kendisinden önce belirlenmiş sıkıcı bir yol... Bir de kariyer planlaması yapılacakmış, son sürat çarpacağı duvara kadar dümdüz bir yol, işte Arda'nın gelecek planı!



Devamı - Edirne'nin Ötesinde Hayat Yok Mu?

Dibimizde Bir Dev Uyanıyor

Fener'in, Cimbom'un, Kartal'ın derdine düşmüşken, dibimizde yıllar sonra kendine gelen devi görmezden geliyoruz. 10. hafta sonunda Bursaspor, averajla da olsa, Galatasaray'ın önünde 2. sırada. Ligin yerlere göklere sığdırılamayan Galatasaray forvet hattından sadece 2 gol daha az atmış Bursalı forvetler. Kalesinde ise 9 gol görerek, ligin en az gol yiyen ekiplerinden biri olmayı başardı Bursa. Son maçlarını ise 6-0 gibi müthiş bir farkla kazandılar. İlginçtir, golcü bir takım olmalarına rağmen, hatta Sercan gibi Milli bir forvete sahip olmalarına rağmen, gol krallığında ilk 10'da hiç Bursasporlu futbolcu yok. Takımın tamamı gol atıyor, hatta kalecileri İvankov'un bile golü var. Karşımızda, takım olarak gol atmayı da, savunma yapmayı da bilen bir takım var. Asıl bunun adı "total futbol" fakat hoş, oynayan takım Bursa, oynatan hoca da Ertuğrul Sağlam olunca, başarı basının radarından çıkıveriyor.

Bursa'nın lig performansında bence dönüm noktası olan maç deplasmanda 2-0 galip geldikleri Manisaspor maçı idi. Manisa, rakibini iyice ablukaya gelmiş, pozisyon üzerine pozisyon yaratırken, Bursaspor attığı 2 golle 3 puanı alıp götürmüştü. Hatta sonuç Manisa'nın teknik patronu Mesut Bakkal'ı çıldırtmış, maç sonrası istifa etmeyi bile düşünmüştü. Bu maçla beraber görüldü ki, Bursaspor kontra atağa ve ofsayt taktiğini bozmaya çok uygun bir takım, bu da onları özellikle deplasmanlarda korkulan bir rakip haline getiriyor. Bursa'nın zaten kendi evinde, taraftarından dolayı, belirli bir üstünlüğü var, Ertuğrul Hoca'nın taktiksel başarısı bu takımın deplasmandan da puan alabilecek bir ekip haline gelmesini sağlamış.

Peki Bursaspor'da herşey toz pembe mi? Aslında basınımızda, bir Sivasspor kadar yer almamalarının mantıklı sebebleri de yok değil: Bursaspor güçlü rakiplerine karşı puan kaybediyor. 10. hafta itibarı ile, yendiği takımlar Kasımpaşa, Manisa, Ankaragücü, Denizli, Sivas (deplasman), Diyarbakır ve Büyükşehir Belediyespor. Sivas'ın bu sezonki halini de göz önüne alırsak, hiçbiri Bursaspor'dan daha iyi futbol oynamayan, daha doğrusu oynayamayan ekipler. Peki kimlere puan kaybetmiş? Ligin lideri Fenerbahçe'ye evinde yenildi, ligin bir başka formda ekibi Eskişehirspor'a da deplasmanda 3-2 kaybetti. Trabzonspor'dan deplasmanda aldığı 1 puan aslında başarı sayılsa da, Trabzon o eski korkutucu deplasman şehri değil, formda takımlar Avni Aker'e çıkıp, takır takır futbolunu oynayıp, 3 puanı alabiliyor. Bu hali ile Bursaspor'un ligde uzun vadede şampiyonluk kovalaması zor olur, fakat takım olarak direnci arttırıp, güçlü rakipleri en azından kendi evinde yenebilecek seviyeye gelebilirse, Bursaspor'un bu sene ligin seyrini değiştiren takımlardan biri olmaması için hiç bir sebep yok.

Lig başlamadan yazdığım Bursaspor analizinde yazmıştım, "Bursaspor kadrosunu koruyup takviyeler yaparak, sezon başlamadan Kayseri ve Sivas gibi başaltı takımların önüne geçti" diye. Fakat kadrosunda olacak kayıplar bile, Bursaspor'u çok derinden etkilemeyecektir. Sivas ve Kayseri gibi takımların aksine, Bursa kentinde müthiş bir futbol altyapısı var ve bu gençlerin hepsinin hedefi Bursaspor'da oynamak. Transferi çok konuşulan Sercan'ın, takımdan ayrılması haline, Bursaspor'un golcüsüz kalacağını düşünenlere kötü bir haberim var: altyapıdan bomba oyuncular geliyor, şu aralar u17 milli takımımız ile Fifa Dünya Şampiyonası'na katılan, Muhammet Demir, hem milli takımının kaptanı, hem de en önemli gol silahı. Zaten Bursaspor ne zaman golcü oyuncudan yoksun kalmış ki? Timsahlar'ın yakın dönemini incelerseniz, Hakan Şükür, Elvir Baljiç, Mususi, Murat Sözkesen ve Okan Yılmaz ile devam eden golcüler geleneğinde Sercan Yıldırım ve onun halefi Muhammet -şimdilik- son temsilciler. Düşünüyorum da, böyle bir golcü yetiştirme geleneği başka bir Anadolu ekibinde var mı diye, başka bir örnek bulamıyorum. Trabzonspor, altyapı'dan golcü çıkarma geleneğine Fatih Tekke ile son vermeyip, Bursaspor'un yolunda devam etseydi, bugün büyük olasılıkla çok farklı bir Trabzonspor, ve çok farklı bir Milli Takım izliyor olurduk. Neyse, Trabzon'un durumu başka bir yazının konusu olacak uzun ve acıklı bir konu...

Ertuğrul Sağlam, kariyerinde yaptığı en büyük yanlışı, şu ana kadar yaptığı en doğru hamle ile düzeltti. Erken yaşta, Beşiktaş'ın başına geçmek ne kadar büyük bir hataysa, Bursa gibi yıllardır potansiyelinin altında performans gösteren bir camiaya gitmek de o kadar doğru bir hareket. Yapılacak yeni stad ile Bursaspor bir zamanlar yaklaştığı Anadolu'nun 2. büyüğü olma şansına, tekrar yaklaşabilir, ekonomisi ve potansiyeli ile İstanbul'un dibinde bir devin doğuşuna hep beraber tanıklık edebiliriz. Bursaspor'un yapması gereken şey ise, basit ama en zoru yapmak; kendi insanımıza inanmak ve sabretmek....


Devamı - Dibimizde Bir Dev Uyanıyor

FİFA Web Sitesi'nde Oğuzhan Röportajı


"Küçükken onu (Bergkamp) izlerdim. Topla yapabildikleri gerçekten inanılmazdı"

Hollanda -17 takımının, yurtdışında oynayan tek oyuncusu Oğuzhan Özyakup'un FİFA web sitesi için vermiş olduğu röportajdan seçilen spot cümlesi. İsteyenler için röportajın tamamı burada...

Oğuzhan gerçekten şanslı bir çocuk. Arsene Wenger'in koruyucu kanatları altına girmesi tek şansı değil, kaç oyuncu bu kadar genç yaşta futbol idolünün oynamış olduğu takıma transfer olabilir ki?

Oğuzhan'dan bloglardan sayesinde haberdar olduk. O da blog alemi yüzünden öğrendiğimiz pek çok güzel şeyden biri, umarım Arsenal A takımının vazgeçilmez bir oyuncusu olur, tıpkı Dennis Abisi gibi...

! Röportajı bulup bize mail atan Can'a da ayrıca teşekkür ederiz.

Devamı - FİFA Web Sitesi'nde Oğuzhan Röportajı

Peki Defans İçin B Planımız Var mı?

Şimdi tam da mevsimi Rijkaard'a saydırmanın... Tamam, ben de onun hayranları arasında değilim, oynattığı futbolu çok olumlu bulmadığımı daha önce yazdım burada. Pazar günkü maçta, Rijkaard'ın taktiksel olarak yaptığı tek hata, kurduğu taktiğe inanması ve onda ısrarcı olmasıydı, bu da aslında kabul edilebilir bir hata çünkü futbol sistem denilen şey yenilerek olgunlaşan bir kavram; güçsüz rakipleri elinizdeki pek çok taktik alternatifi ile yenebilirsiniz zaten, kendinize denk ya da güçlü rakiplerde sisteminizi ancak sınayabilirsiniz. Neyse, niyetim zaten Galatasaray'ın taktik açılımını yapmak değil, o konuyla ilgili bir yığın yazı yazıldı ve yazılmaya devam edecek, benim derdim Galatasaray'ın maçı kaybetmesindeki temel faktör olan defans kurgusu ile... Niye mi? Çünkü 4 büyük takım içinde sadece yerli oyuncular ile defans bloğu kurma cüretine giren tek takım Galatasaray da ondan! Galatasaray defansı kabaca Milli Takım'ın da defansı olmakta; tabii ki diğer takımlardan da pek çok defans oyuncusu -özellikle Gökhan Gönül- Milli Takım'da görev alıyor, fakat hiçbir takımda bu kadar "Türk" bir defans kurgusu, üst üste bu kadar yoğun bir maç trafiği yaşamıyor. Örneğin Fenerbahçe, Uche-Högh'den beri sigortanın 2 yabancı stoperden geçtiğine fanatikçe inanmakta. Yerli malı defans ile şampiyon olan son takım Beşiktaş'ta ise, Toraman yedeğe çekildi, Gökhan Zan Galatarasay'a gönderildi, arka taraf Sivok-Ferrari ile şimdilik iyi gözükmekte. Bu ikili yerlerini o kadar sağlamlaştırdılar ki, İbrahim Kaş'ı bile bekte oynatmaya başladı Denizli... Trabzonspor'da size Egemen var ama, yanındaki kadro Song başta olmak üzere yabancı. Diğer takımlarda da durum çok farklı değil, geri ikililerden en azından biri yabancı; diğer yerli oyuncular da milli takım seviyesinde değiller ne yazık ki...

Derbideki defans hatalarını hepimiz gördük. İzlediğimiz, Türkiye'nin en iyi yerli defans ikilisiydi. Milli Takım'da Terim'e, Galatasaray'da Rijkaard'a istediğimiz kadar kızalım, elimizdeki malzeme bu! Yabancı sınırlaması olan klüp takımlarının karşılaştığı en büyük problem, Türkiye'de nedense -gerçekten sebebini bilmiyorum- bazı pozisyonlar için yüzlerce üst düzey oyuncu bulabilirken, bazı pozisyonlar için resmen oyuncu bulamıyoruz. Mesela, 5 tane üst düzey kalecimiz yok, olanlar da genelde aynı takımda as-yedek şeklinde oluyor, yedek olanın kariyeri 10 yıl geç başlıyor, tabii başlayabiliyorsa... Defansta hızlı stoper, ya da topu oyuna sokacak özellikte stoperimiz yok. Varsa da, ya sayısı çok az, o çok az da kendi takımlarında bile zor yer buluyor. Garip bir şekilde, Milli Takım'da alternatifi olmayan futbolcular en teknik ya da en golcü oyuncularımız değil; onların yerine en azından bir kaç maçı kurtaracak kadar oynayabilecek pek çok oyuncu var. Fakat, misal Gökhan Gönül'ün, Rıdvan Şimşek kendini geliştirene kadar, bir alternatifi yok milli takımda. (Geride %50 verimle oynayan Hamit'i saymıyorum, adama yazık.) Sonuçta isimlere takılmamak lazım, mesele sistemde. Altyapı sistemi nedense defans bölgesine oyuncu yetiştirmiyor. Yetişen çok azı da, forma şansı yeterince bulamadığı için kendini geliştiremiyor. Bir defans oyuncusu için 20li yaşlarının başından itibaren kadroda düzenli yer verilmesi şart, ancak böyle asıl verimli olacakları +27 yaş sonrasına hazırlanabilirler. Daum'un, İzmir'den getirdiği vasat genç Alpay'dan, nasıl bir stoper çıktığını hatırlayın. Kendini geliştirmesinin ödülü olarak en verimli yıllarını Premier Lig'de geçirebildi. Servet ve Emre Aşık oynadıkları bütün takımlarda forma şansı buldu, o yüzden de performansları hep üst seviyede kaldı. Gökhan Zan mesela, Beşiktaş'taki ilk yıllarını daha verimli geçirebilseydi, eminim şu an Servet'in yanında teklemez, belki de ondan daha iyi bir stoper olabilirdi kim bilir?

Örneklerin sonu gelmez, meselemiz baki kalır. Rijkaard'ın B planını merak edeceğimize, önce kendi takımlarımızın defansları ile ilgili B planlarını düşünelim ne dersiniz, özellikle de Milli Takımla ilgini olanı...

Fotoğraflar: Habertürk Web Sitesi

Devamı - Peki Defans İçin B Planımız Var mı?

27.10.2009

Vatan Haini Elano!

Hangi vatan için, hangi hainliği yapmıştır bilmiyorum ama Milliyet yazmışsa doğrudur(!) Sen git, Fener'e yenildiğin akşam, doping testi çıkışı Arda'yı beklerken, rakip takımdan arkadaşların ile sohbete dal. Hadi bir tanesi ile konuştun, niye ikincisi ile konuşuyorsun, Kazım'ın babasıyla bile konuşmuş! Oğlum, onlar düşman! Lugano'nun çocuğunun başını sevmişsin, halbuki beklettiğin takımdaşın Arda gibi patlatsana çocuğun kafaya! Lugano'yu maçta geçemiyorsan, hıncını çocuğundan çıkaracaksın! Bizim buralarda adet böyledir, buna kan davası deriz, sürdürmeyi pek severiz...

O sırada, doping testinden çıkan Arda Turan, Elano'nun muhabbetinin ve kahkalarının bitmesini kenarda şaşkınlıkla beklemiş. Düşman topraklarda olduğunu bir an için kafasından çıkarmayan için tabii ki gördüğü manzara çok edici olmalı: takımın yenilmiş ve sen düşmanla muhabbet edip, çocuklarını seviyorsun, olacak şey değil! Maç öncesinin kabadayısı, herhalde bu sefer kavga başlatsam tek başıma kalırım, bu gavur(!) bile yardım etmez düşüncesi ile sessizce beklemiş. Allahtan Elano birkaç dakika sonra gruptan ayrılıp, Arda ile beraber Florya'nın yolunu tutmuş. Yalnız Milliyet Spor önemli bir detayı atlamış: Elano, Fenerli oyunculardan ayrılırken el sallamış mı? Benim için şu an en önemli soru bu, bana tez cevabını söylesin Milliyet Spor, ona göre arkadaşlarla Florya'yı basacağız!

Ah Blumerciğim, neydi cezan da buralara geldin! Sende hiç kafa yok, Abdülkadir kardeşime bak, olayı nasıl da hemen "çaktı". Burada, seversen öldürür, yenilirsen ölür, selam yerine tekme, eyvallah yerine yumruk çakarsın. Rakibin senin düşmanındır, bu da böyle biline! Neyse eminim yönetim bu işe el atacak ve kulağını çekecektir. Arda'nın kariyer planlaması ile ilgilenen başkan eminim senin de muhabbet planlamanla ilgilenecektir.

Miliyetspor'u da tebrik etmek istiyorum ve sadece nereden nereye diyerek sözü tamamlıyorum. Bir zamanlar İslam Çupi'nin yazdığı spor servisi olduğunuza emin misiniz?

Devamı - Vatan Haini Elano!

NBA BAŞLIYOR

Başlıyor, hem de erken konferans finali gibi bir maçla başlıyor... Celtics, Cavaliers'i konuk edecek. İki takımında veteren all-star transferleri oldu. Shaq, yine şampiyonluk destek paketi olarak transfer oldu, bu sefer istikamet Cleveland idi. Rasheed Wallace ise, Celtics'teki ihtiyarlar klübüne katıldı. NBA'da şu an itibarı ile, 4 all-star oyuncusuna sahip olan tek takım Celtics. Fakat, bu oyuncular, Pearce dışında, yaşlanmış ve yıpranmış oyuncular. 2. bir şampiyonluk mücadelesine ne kadar girecekler bilmiyoruz, sonuçta yüzüğü takmadan emekli olma riskinden kurtulmuş durumdalar, kendilerine yeni bir motivasyon bulmaları gerekecek. Yükselen yıldızları Rondo bunu sağlar mı, bunu zaman gösterecek. Benim tahminim Celtics'in maça asılacağı, fakat Cleveland'ın ufak bir farkla da olsa maçı kazanacağı yönünde, Celtics sempatizanı olarak umarım yanılırım.

İkinci maçta, Dallas başkente gidiyor. Wizards benim anlamadığım takımlardan, elinde müthiş yetenekleri olan bir oyun kurucun varsa, yapman gereken şey çok basit: takımı guard'ının etrafına kuracaksın. Wizards yönetimi bunu yapmamakta ısrar ediyor, o yüzden her maçta Arenas'ın eline bakıyorlar. Takımın bu sezonki sıralaması, Arenas'ın sakatlık durumuna ve istatistiklerine göbekten bağlı. Dallas da bu maçta favorim.

Portland-Houston maçı ise gözlerimin dolmasına sebep oldu. NBA'in Jordanlı zamanlarının iki önemli takımıydı Blazers ve Rockets, şimdi ikisi de eski günlerini arıyor durumdalar. T-MAC, Yao, Battier, Ariza ve Scola gibi oyuncuların olduğu bir Rockets takımı, konferansın şampiyonluk adayları arasında bile sayılmıyor, Portland'ın durumu ise ayrı bir yazıya konu olabilir. Houston maçı alır almasına ama Konferans finali görür mü... Sanmam...


Son olarak, LA derbisi var, derbi haftasonunun etkisini daha bünyelerden atılmamışken Clippers-Lakers derbisi ilginç gelebilir. Jack Nicholson gibi ünlüler de maçı seyrediyor olacaktır. Yılın açık ara en iyi transferini Lakers, Artest ile yaptı. 3 numarada, savunma özellikleri iyi olan bir oyuncu (Artest en iyi savunma yapan oyuncu ödülünü almıştı birkaç sezon önce) altın değerindedir: içeriye de dışarıya da yardımcı olabilir, takımın savunma direncini arttırır, özellikle içeri penetrasnyonlarda rakibi zorlayıp, Pau'nun işini içerde kolaylaştıracaktır. Bu arada Clippers birkaç sezondur kendine gelmekte, uzakta da olsak yaptıkları olumlu hamleleri izliyoruz. Yıldız oyuncular yerine, fizik güçleriyle maça ortak olmaya çalışan oyunculardan kurulu bir kadro kurmayı tercih ediyorlar. Hatta çoğu zaman sahada NBA ortalamasından da uzun bir ilk beş ile maça çıkıyorlar. Bu maç ile ilgili tahminim, içerde Clippers'ın Camby formda olursa, Lakers'ı zorlayacağı; fakat Kobe başta olmak üzere dış oyuncular formda olursa, Lakers bu derbiden galibiyetle ayrılır.

Türk oyuncular dediğimiz zaman, Hidayet ile Bosh'un çok önemli bir ortaklık kuracağını düşünüyorum. Ligin en kozmopolit takımı olan Raptors, Avrupa'nın NBA şubesi gibi, o yüzden fiziksel dayanılılıkları onları sıkıntıya soksa da, ligin en göze hoş gelen basketbolunu bu sezon onlar oynayacakmış gibi geliyor. Utah Jazz ve Mehmet Okur, hacıyatmaz gibiler, ne düşerler, ne de ileri giderler; sanırım Postacı-Stockton ikilisi Salt Lake City'ye öyle bir atalet getirdi ki, Jazz yıllardır aynı kalitesini koruyor, ama bir adım da ileri gidemiyor. Milwaukee ile Ersan ise ligin güçsüz ekiplerinden, Ersan'ın orada artık takımın yıldızı olabileceğini kanıtlaması lazım, benim çok yetenekli bulduğum bir oyuncu, fakat NBA'de basketbol oynamak için yetenek bazen 2. sırada olabiliyor.

NBA başlıyor, fanatiklerine de uyku yine haram gözüküyor.






Devamı - NBA BAŞLIYOR

Stojkovic golu atti kirmiziyi gordu

Japonca anlamam ama inanilmaz bir gol bu...
Dragan Stojkovic:
http://en.wikipedia.org/wiki/Dragan_Stojkovi%C4%87

Devamı - Stojkovic golu atti kirmiziyi gordu

Bugünlük Kaf "Dağ"ının Arkasında


Bundan 5 sene önce bana onu sorsanız, cevabım şu olurdu: "Strum Graz'da oynuyor, AM R pozisyonunda oynar yazsa da sağ kanatta her yerde oynatabilirsin, çifte vatandaşlığı var, o yüzden kadroda iyi bir alternatif olur." Ekrem Dag'in (Ğ harfi yoktu oyunda)CM kariyeri buydu, sonra ilginç bir tesadüf ile, CM transferim gerçek oldu, Ekrem gerçekten Beşiktaş'ın yolunu tuttu. Önce onu kanat oyuncusu olarak tanıdık, sonra Denizli, kendisinden defansif bir ortasaha oyuncusu yaratmak istedi, tecrübeli oyuncu ona da eyvallah dedi, şimdi ise attığı kritik goller ile hayat kurtarmaya başladı. Bu sezon tüm turnuvalarda 2 golü, kazandırdığı da 3 puanı var. Eskişehir maçı ile, günün kahramanı oldu. Halbuki kendisi, maç kurtaran oyuncu kimliğinden çok, elinden geleni yapmaya çalışan kısıtlı teknik-sınırsız azim tarzı bir oyuncu. Fakat, Beşiktaş bu sezona o kadar kötü başladı ki, yıldızlar kaybolunca, Ekrem gibi işçiler, çalışkanlıkları ile geçici yıldızlara dönüştüler.

Takım kimyası denilen, tam da formülü çıkarılamayan bu gizemli denklemin, teknik adamları ikileme düşüren dengesi işçilerle yıldızların kaynaşması. Bir takımda çok işçin varsa, vasatın bellidir, mesele bunun ötesine geçecek yaratıcılığı ortaya çıkarmaktır. Fazla yıldız ise, fazla problem demektir; muhteşem maçlar sonrası rezil sonuçlar alabilirsin, her maç kumara benzer, teknik direktörü olsan bile takımından asla emin olamazsın. Tabii ki en iyisi, iki tipte oyuncudan dengeli bir kombinasyon yaratmaktır, fakat futbolda da, hayattaki kuralların çoğu geçerlidir: en güzeli, en elde etmesi zor olandır ayrıca...

Beşiktaş genelde işçi oyuncularının çokluğu ile tanınan bir takım, takımda yıldız oyuncuların sayısı 2-3'ü geçmez. Onlar da, diğer büyüklerin yıldızlarının aksine, işçiliğe daha yakın, genelde de altyapıdan, ya da genç yaştan takıma giren oyunculardan oluşur. İlginçtir, şu anni takımın genel yapısı buna ters bir vaziyette: Yusuf, Tabata, Delgado, Nihat, Bobo, Tello, Rüştü generalliği askerliğe yeğ tutan oyuncular; İsmail ve Toraman da defans oyuncusu olsa bile kendilerini yıldız olarak gören, idaresi zor oyuncular. Defans oyuncularını bir kenara bırakırsak, elimizde sadece Ernst, Fink, Uğur, Ekrem ve Nobre kalıyor. İlk 11'de bunlardan en çok Ernst ve Ekrem oynuyor, yani yıldız oyuncularla dolu bir takımda, 2 işçi... Ernst'in bu sezon, özellikle de Şampiyonlar Ligi'nde gösterdiği performansları da hesaba katarsak, Beşiktaş'ta işçilerin, patronların yerine geçtiğini söyleyebiliriz.

Bu yıldızsızlık hali, Ekrem gibi oyuncuların değerini bize gösterdiği için kısa vadede faydalı bile olmuştur, fakat uzun vadede galibiyet serisine devam edilmesi için, yıldız oyuncuların bir ya da birkaç tanesinin prima-donna mevkiine geçip, ipleri eline alması şart.

Sezonun ortasına geldik, Beşiktaş hala yıldızını arıyor, acaba bu sezonun primadonnası kim olacak?
Devamı - Bugünlük Kaf "Dağ"ının Arkasında

26.10.2009

Fenerbahçe Sertleşti - PG13


Öncelikle erotik göndermeli başlıktan dolayı özür dileyeyim. Ama yüzeysel bir Freudyan bir bakış açısıyla her şeyi cinselliğe ve şiddete indirgediğimizi kabul edersek, sertleşmek pek de yanlış bir tabir olmamalı. Zaten futbol jargonumuzun üçte ikisinin karşı takımın ve bütün ailesinin ırzına nasıl geçtiğimizle ilintili olması da bunu kanıtlıyor. Dünden beri bir sürü yorumcu Fenerbahçe'nin sert oynadığını ve bunun ne kadar da güzel olduğundan bahsediyor. Sert oynamak kabul görüyor günümüz futbolunda. Sahada ezebedi (yazım hatası yoktur) rakibini döve döve yenen takımlarını seyreden bir çok Fenerlinin de evlerinde kendi kendilerine orgazmın doruklarına ulaştıklarını düşünüyorum. Daha fazla uzatmaya gerek yok bu hikayede Fenerbahçeyi dev bir penis canlandırıyor.

Zico döneminden beri istisnalar hariç yumuşak, daha doğrusu pasif olarak seyrettiğimiz Fenerbahçe dün sahada agresif futbol anlayışının en iyi örneklerinden birini verdi. Genelde rakiplerinin sertliğinden yakınan bir takım için ilginç bir değişim. Fakat ilerisi için Galatasaray maçını ne derecede ölçü almalıyız? Bu sertlik devam eder mi? Neticede Kadıköy'de oynanan Fener-Gasray maçları her iki takım içinde hemen herzaman sapkın gözlem ya da aykırı değer olmuşlardır. Bu sorunun cevabını ilerleyen haftalarda göreceğiz ve hatta önümüzdeki maçlara bakacağız. Fakat en azından dün gece sertleşme sorunu yaşamayan Fenerbahçe, o kadar şanslı olamayan bir çok taraftarının gönlüne su serpti. Sırf bunun için bile teşekkürler Fener!
Devamı - Fenerbahçe Sertleşti - PG13

Ezeli Rekabet Son Durum: Kim Kimi Nerede Dövdü?

Saat 13:00 Haber Bültenine Göre Ezeli Rekabette Son Durum:

Diyarbakır'da, Fenerbahçe atkısını havada sallayan kadına, Galatasaraylılar saldırdı, Fener defansı tek kişiyle yakalanınca golü yedi: 0-1



Gole cevap Şanlıurfa'dan geldi, bu sefer Galatasaraylılar az adamla yakalandılar, Fener affetmedi: 1-1

Edirne'de taraftarlar birbirine girdi, goller karşılıklı atıldı: 2-2

Ankara'da ise, müthiş bir mücadele yaşandı: bir grup Galatasaraylı Fenerbahçe formasını yakmaya çalıştı, araya giren Fenerli, tek başına bütün defansı hallaç pamuğu gibi attı, formayı kapıp kaçtı: 3-2... Buna cevap Galatasaray taraftarından geldi, hemen yeni bir forma bulup onu yaktılar, Fenerliler'in gol sevinci uzun sürmedi: 3-3...

Maç İstanbul'da dün oynandı ama, dün gece ve bugün taraftar kendi maçını oynamaya devame ediyor, hem de tüm Türkiye genelinde...

Son gelişmeleri size bildireceğiz....
Devamı - Ezeli Rekabet Son Durum: Kim Kimi Nerede Dövdü?

Hala "El Nino"



Torres artık koca adam oldu ama, hala üzerindeki çocuk takma adından kurtulamadı. Sanırım çok da kurtulmak istemiyor, dün United'a attığı golden sonraki hali...

Fotoğraf: The Guardian



Devamı - Hala "El Nino"

Bu da Bizim Super Bowl'umuz: FB-GS Derbileri


Basınımız pek sever, bizdeki derbi maçları, dünyadaki derbi ya da benzeri büyük rekabetlerle kıyaslamayı. Halbuki, insanların %90'ının 3 takımdan birine sempati beslediği bir yerde, en büyük 2 camia arasındaki maç, derbi havasından öte, hayatı durduran, ülkenin gündemini saptıran, hemen hemen bütün ülkede tansiyonu yükselten bir spor olayı. Bu haliyle, Avrupalılar'ın derby maçı'ndan çok, Amerikalılar'ın Super Bowl adını verdikleri, NFL Final Maçı'na benziyor. Super Bowl günü de, Amerika'da her şey durur, bütün gün maç odaklı programlar yapılır, maç öncesi ve devre arası şovlar için aylar öncesinden çalışmalara başlanır. Ertesi gün ise, işyerlerinde, sokakta, okullarda bütün geyik Super Bowl etrafında döner. Tanıdık geldi değil mi? Zaten, bizim ezeli rekabetimiz artık spor olayından çok, tıpkı Super Bowl gibi, bir televizyon olayına döndü. Maç kadar, hatta daha çok, gerginlikler, kavgalar, fauller, otobüs taşlamalar, taraftar arası atışmalar, pankartlar, şeref tribündeki küfürler vb. konuşuluyor.


Bu maçlara, aynı şehrin rekabet halindeki iki takımı olduklarından derbi denilebilir fakat, işin acı tarafı, kent kadar bu kentin iki büyük camiasının da renkler dışında giderek kimliksizleşmesi. Bizden önceki kuşaklarda, ki bu aslında kabaca 12 Eylül öncesine denk gelir, iki takımın da İstanbul'un sosyo-kültürel yapısında kendilerine has yansımaları vardı. 12 Eylül, özgürlüklerimiz kadar, kimliklerimizin de üzerinden geçtikçe, futbol da gittikçe aidiyet mücadelesinden, fiziksel iktidar mücadelesine döndü. Kentin sosyo-ekonomik yapısı, göçler ve askeri darbe yüzünden ters yüz olunca, zaten politik bir aidiyeti olmayan camialar iyice kimliksiz kaldı. İşte yıllar içinde, biraz da medyanın pompalaması ile, bugüne kadar gelen "ezeli rekabetin" birincil güdüsü olarak geriye sadece nefret kaldı. Her ne kadar, sağduyulu mesajlar verilmeye çalışılsa da, biliyoruz ki iki camia bu maçta, birbirlerine olan nefretlerini kutsuyor aslında. Pek çoğunun, GS ya da FB formasını giymesi, tamamen denk gelmesi ile ilgili, formanın üstünde ne sosyal statü, ne etnik kimlik, ne dini tercih, ne de politik bir ideoloji var, sadece rakibine geçirmek, koymak, dağıtmak, parçalamak, vurup, kırıp, bu maçı kazanmak var. Hal böyle olunca da, dün akşamki derbiye bakınca, ne Arda'nın "maç öncesi şovu", ne Baros sakatlandığı anda tribünlerden yükselen "0hh-0hhhh" sesleri, ne Keita-Carlos güreşi anlamsız kalıyor, bilakis hepsi bu nefret ritüelinin vazgeçilmezleri haline dönüşüyor. Dün akşamdan aklımda sadece, Keita'nın suratına gelen su şişesi ile beraber, sahanın yarısını turlayıp, raportörlere elindeki kanıtı vermesi kalıyor. Tabii ki, idealizmi ve naifliği cezasız kalmıyor, hakem sarı kartı basıyor. Allahtan Keita akıllı bir futbolcu, yaptığı enayiliğin farkına varıyor da, diyetini de Carlos'un surata yapıştırıveriyor. Keita'yı şimdiden ideal GS futbolcusu ilan eden taraftarlar ile karşılaştım, eskiden garipserdim halbuki yaşadığımız şey, 90 dakika süren bir akıl tutulması, mantık ve vicdanımızı evde bırakıp maça gidiyoruz. Bize benzemeyenleri de bize benzetiyoruz.

Hürriyet Gazetesi, sabah sabah beni güldürdü yine, ManU-Liverpool ve Superclassico maçları ile bizim ezeli rekabeti karşılaştırmışlar, sonra da diğerlerini niye milyarlar izlerken, bizimkilerin sadece bizde ve birkaç ülke de seyredildiğini sebepleri ile açıklamaya çalışmışlar. Aslında büyük analizlere, futbol tarihinden dersler çıkarmaya gerek yok, cevap basit: kimse sadece nefrete dayalı bir futbol rekabeti izlemek istemiyor. Taraf olabileceği, bir tarafa geçmişlerinden, duruşlarından, hikayelerinden ötürü sempati duyacakları, belki kendi kimlikleriyle ezilenler üzerinden empati kurabilecekleri bir derbi maçı izlemek istiyor. İşte o yüzden, katolik olmadığı halde dünyada pek çok futbolsever Celtic hayranı, liman işçisi olmadığı halde Liverpool'u seviyor, modern resimden hazzetmese bile, iş futbola gelince Guernica'nın ressamı Pablo Picasso ile aynı saflarda duruyor. Biz ise, bir pazar günü, bütün ülkeyi bir nefret arenasına çevirip, yabancıların da sadece bizim cinnetimize ortak oldukları sürece içimize girmesine izin veriyoruz, kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz, dünyanın başka yerlerinde gerçekten büyük maçlar oynanırken, biz de elimizdeki en global spor müsabakasını kendi küçük hesaplarımıza harcıyoruz.


"Cehenneme hoşgeldiniz!" *
"Kardeş, biz hiç cehennemden çıkmadık ki... Cennete en yakın kelimemiz bile cinnet oldu..."

Dağılabilirsiniz arkadaşlar, şimdi herkes "Fw: Nasıl Geçirdik" temalı maillerinin başına!



* Acı Not: Artık "Cehenneme hoşgeldiniz sözleri eskidi, dün akşam NO WAY OUT ve HERKES HADDİNİ BİLECEK pankartları vardı.
Devamı - Bu da Bizim Super Bowl'umuz: FB-GS Derbileri

23.10.2009

Ah su son dokunus

Bu nasil bir goldur? Bunlar ne yaman oyunculardir? Lucescu Besiktas'ta kalmis olsaydi simdi nerelerde olurduk? Bobo-Nobre nire, Fernandinho-William nire? Demiroren kim? Murat Aksu kim? Besiktas'ta gelecek goren var herhangi biri var mi?
Shakhtar-Toulouse-4:0

Devamı - Ah su son dokunus

20.10.2009

Almanya Şampiyonu vs. Türkiye Şampiyonu


Sorabilirsiniz, niye benzer bir kıyaslamayı Manchester United maçı öncesi yapmadın diye, doğrudur orada da İngiltere Şampiyonu vs. Türkiye Şampiyonu karşılaşması olmuştu. Fakat United zaten ülkesinde ve kıtasal maçlarda favori bir takım, Wolfsburg - Beşiktaş eşleşmesinde ise, geçen senenin iki kinder sürprizinin, mucizeden realiteye geçme mücadelesi olacak.
Wolfsburg tarihinde ilk kez geçen sezon şampiyon oldu, Beşiktaş ise favori gösterilmediği bir sezonu çifte kupa ile kapadı. İki takım da bu sezon, bir öncekine göre vasat bir performans gösteriyor. Gerçi Wolfsburg 5. sırada olmasına rağmen, Bundesliga'nın şampiyonluk kuralı olan "Ne yaparsan yap, sıralamada Bayern'in üstünde ol" kuralına hala uyuyor (B.Münih 6. sırada).

Maçın akıbeti ne olacak bilmiyorum, açıkçası Wolfsburg maçın favorisi gözükse de, Beşiktaş bu, tutar oradan puan alır, aynı takıma sonra İnönü'de yenilip, sonra da bir galibiyet daha alıp 6 puanla grupta kalmayı başarabilir. Fakat sonuçta, yarınki maç, sadece iki takım arasında olmayacak, 2 lig arasında olacak, kan kaybeden Türkiye Ligi ile gözünü İngiltere ve İspanya'nın ardından 3. büyük lig olmaya dikmiş Alman Ligi arasında olacak. Almanya ile Türkiye arasında son zamanlarda örtülü bir futbol savaşı var; Emperyalist olamamanın acısını hep çeken Almanya, futbolda da yetenekli oyuncu ithal edeceği, eski sömürge, yeni ucuz futbolcu pazarı ülkelere sahip olmadığı için, kendi içindeki "yabancılara", özellikle de Türk kökenli Almanlara yöneldi. Farkındaysanız, Hamit'ten beridir, Almanya'dan üst düzey takımlarda oynayan bir oyuncu milli takımımıza gelmiyor. Mesut Almanya'yı tercih etti, Mesuttan daha da büyük bir kayıp olan Serdar Taşçı var, daha alt takımlardaki oyuncularla beraber 27 Türk kökenli oyuncu Alman Milli Takımları'nda oynuyor. Uzun lafın kısası, Almanya ile sürdürdüğümüz "gurbetçi" savaşını kaybettik, bari ligler arası savaşta onurumuzu kurtaralım.




Devamı - Almanya Şampiyonu vs. Türkiye Şampiyonu

Terim Kime Veda Etti?



Terim'in konuşması bir veda hutbesinden çok sinemada film arası izlenilen reklam tadı bıraktı. Bilindik laflar, bilindik pozlar, büyük sözler ile Terim'in markası film arasında parlatılmaya çalışıldı. Doğrudur, kendisi TC pasaportlu teknik direktörler arasında en büyük marka değerine sahip olanıdır ve yine de doğrudur ki, bu marka değerinde kendisinin kendi ismini parlatmasının da payı büyüktür. Başarılı insanların tevazu göstermesi gerektiğine inanan biri değilim, o yüzden Terim'in başarılı iken takındığı pozlar ve tavırlar beni zerre kadar rahatsız etmedi. En azından, başarılı pek çok kişide olan -olması da gereken- kibir, gizlenmek yerine Terim'de alenen beden bulmuştu. Fakat, ne zaman ki işler ters gitmeye başladı, kariyerinde önce tümsekler, sonra da çıkmaz sokaklar belirdi; Fiorentina'da başlayan olaylar onun için tümsekti, Milan ile İtalya macerası çıkmaz sokakta son buldu. Peki Zeman gibi isimlerin bile iş bulabildiği İtalya'da, Terim'e bir takım bulunamaz mıydı? Belki de, ülkemizde kalabalıktan sıyrılıp biraz başarılı olmak için, bütün enerjisini tüketen Terim yorulmuştu, hep kendini geliştirmek zorunda olacağı Avrupa yerine, "imparator" olduğu topraklara ve klübe geri dönmeyi tercih etti. 2. Galatasaray seferi o kadar kötü sonuçlandı ki, Terim için Galatasaray defteri de, en azından bir süreliğine kapandı. Beşiktaş ve Fenerbahçe klüplerinin zaten kendi taraftarlarının göstereceği tepkiden korkup, Terim'e hiç bir zaman bir iş verme şansları yok. Bu kalibrasyondaki bir teknik direktöre Türkiye'de çalışabileceği iki yer kalıyor, Trabzonspor ve Milli Takım. İlkinin ne kadar sabırsız bir camia olduğu gün gibi ortadayken, e Milli Takım'dan da yeni istifa edilmişken, şu anki şartlarda Terim için Türkiye defteri kapanmamış, "kapattırılmıştır".

Napoli, Atletico gibi takımların ismi geçiyor bu aralar basında. 2 camia da, teknik direktörlük ve yönetim konusunda "şaibeli" klüpler, ilginçtir Terim'in adı artık doğru dürüst yönetilen klüpler yerine, böyle şaibeli klüplerle anılmaya başlamış. Milan'dan kovulduktan sonra, gururunu bir kenara bırakıp, orada kalsaydı, belki bugün Napoli ile ismi anılmak yerine, çok daha büyük klüplerin "shorlist"indeki vazgeçilmez adam olabilirdi. Fakat kendi yarattığı "Terim Miti"ne, herkesten çok kendisi inandı, başarının bir tarafında kibir varsa, öbür tarafında hergün yaptığı işi ilk kez yapıyormuş gibi öğrenmeye aç bir çocuk hevesi olması gerektiğini unuttu. Başarının geçici olduğunu, yanında iyi günde olanların, kötü günde sırtına tekmeyi basacaklarını unuttu; hatta ilginçtir bunu yapanlara küstü, sanki dünyada bir tek kendisinin başına geldiğini sandı, alenen de bunu söyledi. Her şeyden öte, futbolda başarının kupa olduğunu unuttu, 9 senedir kupa kaldırmayan bir hoca olarak, gittikçe başarıdan uzaklaştı, başarmayı unuttu, etrafındakileri başarı için inandırmayı unuttu. Son kaldırdığı kupa, 1999-2000 UEFA kupası olmuştu, hatta kupayı bırakın, hiçbir turnuvada finali bile göremedi. Fiorentina'nın başındayken, kupa finali öncesi istifa etti, Avrupa Şampiyonası'nda yarı finalde elendi. Tabii, orada biraz da milliyetçi hislerden, Milli takımımız haketmeden Avrupa 3.sü yapıldı. Halbuki, Şenol Güneş'in milli takımı gibi bir 3.lük maçı oynamamıştı. Kısacası, o dönem basının verdiği "çakma bronz madalya" Terim'in CV'sindeki son parlak nottu.

Böyle bir ortamda Terim bize veda etti. Giderken, kendince hayat dersleri de vermeyi ihmal etmedi. Halbuki, asıl ders alması gereken Terim'in kendisi. Kendisini devrim yapmaya çalışırken, hatalar yapabilen biri(!) olarak tanımlayan Terim'in, biraz da başka devrimcilere bakmasında fayda var. Eriksson-Göteborg, Ferguson-Aberdeen, Mourinho-Porto örnekleri kendisinin futbol hayatı boyunca gördüğü ve tanık olduğu olaylar. Her biri, yarattığı küçük mucizeden sonra başka ülkelerde şanslarını denedi, ve başarılarını katladı. Hatta Terim ile yükseliş dönemdaşı olan Mourinho'nun bugün geldiği nokta ile, Terim'in geldiği noktayı karşılaştırırsak, sanırım daha fazla söz söylemeye de gerek kalmaz.

Terim vedayı bize değil, artık kendisini de bizi de lanetleyen geçmişine etse çok daha iyi olurdu. Lakin, artık büyük söz değil, büyük icraatlar zamanı Terim için, kendisi farketmese de başarı kredisini çoktan tüketti, ve pek çoğumuz için başarıdan çok bir şakaya dönüştü kendisi.
Devamı - Terim Kime Veda Etti?

19.10.2009

Fatih Terim'i Anlamak



Bugün geldiğimiz noktada Fatih Terim'i eleştirmek en az Fatih Terim'in başarılarını ısıtıp ısıtıp tekrar önümüze koymak kadar moda oldu.Doğrudur,Fatih Terim sevilmesi zor bir karakter,anlaşılması zor,onu beğenmek zor;çünkü karşınızda sizden daha üstün olduğunu düşünen bir insan varsa ve bu insanın gerçekten bir potansiyeli de varsa sizin kendinizi rahat hissetmemeniz doğaldır.Öyle ya,karşımızda Türk Futbolu'nun en güçlü figürü duruyor;her başarısını tınaklarıyla kazıyarak elde etmiş,ukalalığı en doğal hakkı gibi görüyor çünkü onun gibi biri daha yok bu ülkede.Tüm "sert çıkışları","özlü sözleri" de bundan.Böyle bir karaktere ancak böyle açıklamalar oturur çünkü.Tarihe geçmek kolay iş değil.Bugün Şenol Güneş ismi prim yapar nitelikte bir isim değil.Kendisi de değil.Ama Fatih Terim her zaman gündemde olmak zorundadır,onu hatırlayabilmemiz için,unutmamamız için...

Görevi bırakırken dahi "elbet hatalarımız olmuşturun" ötesine geçemedi öz eleştiri anlamında.Ancak hakkını vermek gerekir,Türk Futbolu için yaptığı tespitler çok yerindeydi ve adeta hepsi Simon Kuper'in kaleminden çıkmış gibiydi.Bu yazının yazılış amacı da o tespitlerin hakkını vermektir.Beden Eğitimi dersinin müfredatta seçmeli ders olarak yer almasından şikayet etti örneğin.Bu kadar geniş kapsamlı,sosyal "açılımlar" beklemiyordum doğrusu.Fatih Terim'in bahsettikleri arasında en ilgi çekici nokta ise -kendi mizacına ters düşercesine-Türkiye'de bilim-futbol ilişkisinin zayıflığı konusuydu.Sonlara doğru ise bence Türk Futbolu'nun en büyük sorununu tespit ederek,benim gözümde neredeyse tüm eksilerini silmiştir ve bilimin gücüne inanan,gerçeğin peşini bırakmayan,çağa ayak uydurabilen bir teknik direktör imajı çizmiştir gözümde.Tespit şu:Futbolcularımız Avrupa'ya nazaran eğitimsiz.Ne yazık ki bu gerçek.Futbolcularımızın algısı zayıf;taktiksel anlayış,vizyon,iletişim ve koordinasyon konusunda söylenenleri yapmakta zorlanıyorlar.Bu tespit,aslında yapılması pek de zor olmayan,ama bugüne kadar hiç bir teknik adamın söylemeye nedense cesaret edemediği bir gerçek.Türk Futbolu'nun en büyük sorunu.Vizyon eksikliği,taktiksel anlayış yoksunluğu futbolcumuzun en büyük sorunudur an itibariyle ve Fatih Terim bunu suratındaki "ne yapalım el deki malzeme bu" ifadesiyle,eğitimin arttırılmasının,futbol-bilim ilişkisinin güçlendirilmesinin farz olduğunu vurgulayarak söyleyince en ciddi "sert çıkışını" yapmıştır gözümde.
Devamı - Fatih Terim'i Anlamak

18.10.2009

"Looking For Eric"


Bekleme sona erdi, nihayet cumartesi akşamı Emek Sineması'ndaki gala gösterimi ile Ken Loach'ın son filmi "Looking For Eric"i izledik. Açıkçası filme biraz çekinerek gitmiştim, yönetmen Loach gibi davasının peşinde azimle koşmayı şiar etmiş biri olunca, acaba yeni bir Carla'nın Şarkısı ya da Ülke ve Özgürlük tadında bir film mi izleyecektim? Yoksa alt sınıflardan bir "Fever Pitch"vari bir hikaye mi çıkacaktı karşıma? Sonuç hiç de tahmin etmediğim gibi oldu, son zamanlarda izlediğim en samimi ve en komik hikayelerden birisiydi Looking For Eric. Film boyunca, United'a, İngiliz Aksanına, futbol kültürlerine ve en önemlisi özlediğimiz Cantona'mıza doyduk.



Filmi izlemeyi düşünenler olacağı için, filmin konusunu çok kısa özet geçeceğim; kahramanımız Eric bir postacı, ailesi, eski karısı ve çevresi ile iletişim problemleri çeken bir biri, hayatına dair bütün heyecan ve tutkularını yitirmiş durumda olan Eric'in aklı hala Cantona'lı Manchester United günlerindedir. Hayattaki en büyük idolü Cantona olan Eric'in, kendisinden sakladığı bilinçaltı ve yaşama tutkusu bir gün kafası da bayağı dumanlıyken, Eric Cantona olarak karşısına çıkar. (Cantona filmde kendisini oynuyor bu arada.) Film o andan itibaren, Eric'in hayatı ve Eric'in Eric ile (Cantona) yaptığı sohbetler olmak üzere ikili bir kurgu üzerinden gidiyor. Özetime bakıp, filmin Fight Club'ın Brit versiyonu olduğu sanılmasın, hikaye sıradan insanların hayatta kalma dertlerinden bahsediyor genel olarak. Bu arada futbolun değişen yüzü de yönetmenin sert eleştirilerinden nasibini alıyor. Eric ve iş arkadaşlarından oluşan postacı grubu, Manchester'ın Amerikalılara satılmasından ve bir şirket gibi yönetilmesinden rahatsızdırlar, hatta yeri geldikçe bu durumdan memnun olan yeni taraftar profili ile de kıyasıya tartışırlar. Eric'in tayfasına göre, Manchester United kendi taraftarına ihanet etmiştir, United'ın gücü, kentin orta ve alt sınıfının koşulsuz destek ve sevgisinden gelmektedir. Fakat takımın yeni patronları olan Amerikalılar bu geleneği yıkmış, bilet fiyatlarını arttırmış, stadı localarla doldurmuştur. Zaten filmin ilerleyen bölümlerinde locaları da mafyatik kişilerin aldığını hatta gençleri orada maç izletme vaadiyle kandırıp kirli işlerinde kullandıklarını görüyoruz.



Peki filmde Cantona tam olarak neyi temsil ediyor derseniz, cevap basit: kendisini! Cantona, Leeds'den United'a geçtiğinde yarattığı sinerji ve patlama futbol tarihinin en formda takımlarından birinin 10 sene İngiltere futboluna damga vurmasına sebep oldu. Ferguson'un takımında Giggs, Keane, Neville Kardeşler, İrwin gibi iyi oyuncular vardı, fakat Cantona'nın gelişi sanki bir oyuncuların da oyunlarını bir seviye yukarıya taşımıştı. Doğal bir liderlik özelliğine sahip Eric Cantona, filmde de pek çok kez tanımlandığı gibi deli-dahi bir oyuncuydu, iyi gününde pasları ve şutları ile takımını tek başına taşıyabilirdi, kötü gününde ise gerçekten çekilmezdi, sadece kendisini değil bütün takımını da yanında aşağıya çekebilen bir yapısı vardı. Bir odaya girdiğinde, insanın gözünü alamadığı insanlardandı. Sahada iken önce Cantona'yı izlerdiniz, sonra size izin verirse maçın geri kalanını izleyebilirdiniz. Ferguson'un ilk United takımının her an yerinden çıkıp düşecekmiş gibi duran en değerli mücevheriydi Cantona. "Kung-Fu" tekmesi sonrasında aldığı uzun ceza bittiğinde, taraftarlar ve takım arkadaşları onu yine bağırlarına basmışlardı. O da bunun karşılığında, biraz da erken denilebiecek bir yaşta yaptığı jübilesine kadar sadece United adına ter döktü. Ve kendi kişisel efsanesi adına tabii ki...



Cantona'nın bir fenomene dönüşmesinde Fransız olmasının da payı büyüktü. Ginola ve Papin ile birlikte, Cantona Fransa'nın kayıp kuşağının en göze batan oyuncusuydu. Post-Platini döneminin sorunlu oyuncuları olan Ginola-Papin ve Cantona üçlüsü'nün milli takım kariyerleri yeteneklerinin aksine çok kısa sürmüştü, Cantona ceza aldığı zaman, dönemin milli takım patronu Aimé Jacquet bunu bir fırsat olarak görmüş, takımı genç Zidane ve arkadaşlarının etrafında sıfırdan kurmuştu. Bu takım, Fransa'nın gelmiş geçmiş en başarılı takımı olunca da, Cantona'nın banko yeri bir anda bir daha açılmamak üzere kapanmıştı.



Kendi ülkesinde şansı yaver gitmeyen Cantona'yı, ilginç bir şekilde İngilizler bağırlarına basmışlardı. Hatta bir Fransız'ın, İngiltere'de bu kadar tutulması daha önce görülmemiş bir durumdu. Cantona'nın ilk zamanlarında, İngiltere ligi şimdiki kadar uluslararası bir yapıya sahip değildi, yabancı oyuncular, iyi oynasalar da, taraftarın favori oyuncuları arasına pek giremezlerdi, fakat Cantona farklıydı, tutkulu ve lider kişiliği, maç içindeki durumlara göre değişen coşkun ruh hali ile, Cantona oyuncudan çok tribünden sahaya inmiş bir fanatik gibiydi. Futbol tarihinde bazı oyuncular, ki bunun en iyi örneklerinden biri de Pascal Nouma'dır, tribünün ruhu olmayı başarabilirler, taraftar sahada iyi de oynasa kötü de oynasa o oyuncuyu görmek ister, onun gözü kendi gözüdür, ayakları kendi ayakları, yüreği de kendi yüreği. Cantona bunu başarmıştı, hatta ünü İngiltere'nin dışına taşmış buralara kadar uzanmıştı. Sokak aralarında, yakamızı kaldırıp ona benzemeye az çalışmamıştık. Hiç kimse onun en iyi olduğunu iddia etmiyordu, fakat herkesin sevdiği bir oyuncuydu, deliydi, dahiydi, garip demeçler verirdi. (martılarla ilgili demeci gibi), megalomanın tekiydi, entellektüel bir adamdı, garip huyları ve hobileri vardı, Manchesterlılar için suyun öteki tarafından gelen bir biriydi, tanımlayamadıkları biriydi, kafalarındaki mızmız Fransız algısını kıran, tabiri caizse harbi bir adamdı Cantona. Futbolu bırakması bizim kuşak için büyük kayıptı, benim gibi kendisine özel bir sempati besleyenler içinse, bir dönemin de kapanışı gibiydi, hiç ilginlenmediğim bir takım olan Manchester United'ı bana sevdirtmiş, Ferguson gibi bir başka çatlak dahiden erken yaşta haberdar olmamı sağlamış, hatta bana İngiliz futbolunu sevdirmişti.

Looking For Eric, işte böyle bir adamın hem başrolde olduğu, hem de olmadığı, ilginç bir film. Filmde sadece futbol ve Cantona yok, hatta bu konular ikinci plana atılmış, o yüzden bu filmi izlemek için illa futbol, ya da futbol özelinde Cantona hayranı olmanıza gerek yok. Benim yaptığım hatayı yapmayın, sevdiğiniz kadın futbol ile ilgilenmiyorsa, sıkılır diye filme götürmemezlik yapmayın, ekranda Cantona'yı görme, yanınızda da sevdiğinizi bulundurma şansını kaçırmayın derim.

Filmde geçen martılar esprisinin kaynağı olan meşhur basın açıklaması:



"When the seagulls follow a trawler, it is because they think sardines will be thrown into the sea."

Meali : "Martılar, balıkçı teknesini sardalyalar denize geri atılacağını sandıklarından dolayı takip ederler."

Cantona bu efsane demecini, Kung-Fu tekmesi olayından sonra vermiş.







Devamı - "Looking For Eric"

16.10.2009

Milliyetçi Arda


Bilmem Kieran'ın güzel yazı dizisine konu olur mu ama Arda'nın bugünkü açıklamaları gayet ilginç. NTVSPOR'a göre şöyle demiş Arda:

''Televizyon karşısında oturan bazı kişilerin hakkı varsa, benim onlardan çok daha fazla hakkım var. (Türk Milli Takımı'nın başında Türk teknik direktör isterim) dedim. Bu da benim Türk vatandaşı, milliyetçi bir insan olarak en doğal hakkım. Ben fikrimi söylemekte özgürüm''

Arda'da politik görüşlerini açıklayan futbolcular arasına girdi bence. Bazıları pek kabul etmese de milliyetçilik de bir politik ideolojidir. "Her Türk milliyetçidir" gibi şovenist yaklaşımları çok sık duyuyoruz ama bunun doğru olmadığını ünlü şarkıcının dediği gibi "Alem biliyor."

Arda milliyetçi bir insan olarak Türk Milli Takımı gibi Galatasaray'ın da başında bir Türk olmasını ister büyük ihtimalle. Ama tabi her zaman istediği olmuyor insanın. Ben Rijkaard olsam açıkçası biraz bozulurdum. Arda'nın Terim'i sevmesi çok doğal ama teknik direktör seçimi konusunda böyle politik bir fikir belirtmesi çok ilginç.

Biz Arda'nın Barcelona'larda Manchester United'larda oynayacağını düşünüyorduk di mi? Fakat Arda malesef at gözlükleriyle bakıyormuş futbola. Belki de Adnan Polat'ın Arda'nın kariyer planlamasını yeniden gözden geçirmesi gerekecek. Belki de Barcelona'nın başına bir Türk geçer, Arda'yı öyle göndeririz..

Devamı - Milliyetçi Arda

15.10.2009

Ah o golü yemeyeydik: Dibe kazık çakanların öyküsü

Avrupa Şampiyonası ve Dünya Kupası elemelerinin klasiğidir, her grupta illa en nihayetinde şamar oğlanına dönüşecek bir takım bulunur. Bu takımlar daha başından bilirler ki önlerindeki 90 dakikaları en iyi ihtimalle rezil rüsva olmamaya çalışarak geçirecek, topu karşı yarı sahaya taşıyabilmenin hazzıyla yetinmek zorunda kalacaklardır. Kendi kalesine en çok gol atan takımlar da bunlardır; hem kifayetsizlik, hem de mükerrer karambol telaşelerinden. Bu adamlara farklı bir saygı duyarım, zira yenileceğini bile bile o futbol topunu santra yuvarlağına koymak, 90 dakika boyunca durum ne olursa olsun o topun peşinden koşmaya gönüllü çıkmak [burada mazoşist okurları tenzih etmek isterim] kolay bir şey olmasa gerek. Kalecinin normalde manavda karpuz atıp tuttuğu, aslen belediye zabıtası olan sağ bekin ara sokaklarda korsan VCD’ci kovaladığına dair yakışıksız şakalarla beraber anılan söz konusu takımlar, bir nevi kahvede pişpirik oynayan mahallenin ağır abilerini kenardan izleyen yancılara benzer. Dün itibarı ile Dünya Kupası eleme maçları bittiğine göre biraz bu takımların performansını kurcalayalım.“

malta ve savunma felsefesi

1. grubun talihsizi Malta idi. Malta bugüne kadar, dostluk maçlarını saymazsak, hepi topu 4 adet maç kazanmış. İlk iki galibiyetleri sırasıyla 1975 ve 1982’de Yunanistan ve İzlanda’ya karşı. 1994 Dünya Kupası elemelerinde Estonya’yı yenen Malta, en son 2006’da Macaristan’ı iki golle evine uğurlamış. O zamandan beri birkaç beraberlikleri var, pek hatırlamak istemesek de 8 Eylül 2007’de Türkiye de Malta’da iki puan bırakıp dönmüştü Atatürk Havalimanı’na. Bu sefer 10 maçta attıkları 0 [yazıyla sıfır] golle “sıfır çekme” terimine ayrı bir boyut kazandırmışlar. Koca turnuvayı golsüz geçiren başka takım yok. Yedikleri 26 gol de cabası. Neyse ki o maçlardan birinde gol yememeyi becermişler de kendi evlerinde Arnavutluk’tan bir puan kotarmışlar.

2. grubun kaybedeni de Moldova ama Moldovalı futbolseverler Maltalılara bakıp hallerine şükredebilir. Hiç galibiyetleri yok ancak toplamda 6 gol atmışlar, iki Lüksemburg maçı ve evlerindeki Yunanistan maçlarında beraberlik noktasında direnip toplam 3 puanla kapatmışlar turnuvayı. Lüksemburg ve Moldova arasında oynanan 180 dakikanın golsüz bitmesi içler acısı. Acaba evine hevesle bira ve cips stoklayan oluyor mudur böyle maçlar öncesinde?

resimdeki san marinolu’yu bulunuz

Üçüncü grupta tanıdık bir takım var, San Marino. Nüfusu 30 bin olan bu ülkede, yedekleri filan da hesaba katsak, aşağı yukarı her 1500 kişiye bir milli futbolcu düşüyor. Milli maçlarını oynadıkları stadın kapasitesi ise 5500 kadar, yani nüfusun neredeyse beşte biri sığıyor stada. Biz aynı oranda insanı bir stada sığdırmaya çalışsak, 15-16 milyon kapasiteli bir stad yapmamız gerekirdi. İnanıyorum ki çivilikrampon yazarı Volkan bir gün bunu da başaracaktır. Bunca saçma istatistikten sonra San Marino tarihine bakalım. Bir resmi maçtaki ilk puanlarını 10 Mart 1993’te Türkiye’den aldılar, hatta ilk deplasman gollerini de o maçın rövanşında atmışlardı yanlış hatırlamıyorsam. Allah’tan Rıdvan bir şeytanlık yapmıştı da aldıydık o maçı. 2002 Dünya Kupası elemelerinde de Letonya’dan bir beraberlik kapmışlıkları var, hem de deplasmanda. San Marino’nun tarih boyunca aldığı tek galibiyet ise 2004’teki bir özel maçta Liechtenstein’a nasip olmuş. Her neyse, oynadığı 10 maçın 10’unu da haliyle kaybeden San Marino, grubu lider bitiren Slovakya’ya bir şeref sayısı atmayı becermiş. Bakınız nasıl da seviniyorlar.

liechtenstein kalecisi için rutin bir iş günü

Liechtenstein demişken devam edelim, kendileri dördüncü grubun dibine demir atmışlar. Son zamanlarda biraz kıpırdanma var aslında bu takımda. 2006 Avrupa Şampiyonası elemelerinde Portekiz ve Slovakya’dan puan çalmış, iki kere de Lüksemburg’u yenip turnuvayı 8 puanla kapatmışlardı. 2008 Dünya Kupası elemelerinde de Letonya ve İzlanda’yı üzdüler. Bu sefer galibiyetleri yok. Azerbaycan’la deplasmanda golsüz berabere kalmış, Finlandiya’yla da kendi evlerinde iki golü kardeş payı yapmışlar. Toplam iki puan ve iki gol, kısa ve öz.

Bizim de bulunduğumuz beşinci grupta çok zayıf bir ekip yoktu, en zayıf Ermenistan dahi 6 gol atıp dört puan topladı. Bu sebepten altıncı gruptaki Andorra ve yedinci gruptaki Faroe Adaları’na odaklanalım. Andorra 10 maçta yediği 39 golle soluğunu San Marino’nun ensesinde hissettirmiş [San Marino 47 gol yiyerek birinciliği kimselere kaptırmamış]. Andorra dün de kendi evinde 6 yedi Ukrayna’dan. Tarihlerinde yaptıkları 88 maçta, Arnavutluk, Beyaz Rusya ve Makedonya’ya karşı olmak üzere üç kere galip gelmişler. İlk ikisi dostluk maçı bunların. İspanya’ya giden turistlerin alışveriş yapmak amacıyla uğradığı bu minik ülke son turnuvada da Beyaz Ruslar’a iki maçta birer gol, Kazakistan’a da bir gol atmasına rağmen totalde sıfır çekmekten kurtulamamış. Yine de Malta’dan iyidir.

andorralı oyuncu crouch’un çok uzun olmasına itiraz ediyor

Faroe Adaları için ise efsanevi bir turnuva oldu bu. Faroe’de futbol pek gelişmemiş çünkü küçük bir ada ülkesi oldukları için topa çok abanınca denize kaçıyor. Dünyada en çok nüfusa sahip olan 205. ülke olan Faroe Adaları, bu turnuvada dört sene sonra ilk kez bir galibiyet aldı. Kendi evlerinde Litvanya’yı 2-1 yenip üç puanı götürdüler bir ay kadar önce, Avusturya’dan kaptıkları bir puanı da ekleyince turnuvayı dört puanla kapattılar. Avusturya, Faroe Adaları’ndan çektiğini kimseden çekmedi heralde, 1992’de de Faroe Adaları’na ilk resmi galibiyetlerini tattırmışlardı. Kötü gün dostu böyle olur. Faroe Adası sakinlerinin yüzünü güldüren birkaç maç var son on senede, ufak takımlara karşı alınan beraberlikleri saymazsak iki kere İskoçya’ya, bir kere Slovenya’ya, bir kere de Bosna’ya geçit vermemişler.

Sekizinci grubun dibindeki Gürcistan ve dokuzuncu grubun dibindeki İzlanda’yı bu seferlik ayrı tutuyorum yukarıdaki ekiplerden, zira nereden baksan yine yedişer gol atıp üçer beşer puan toplamışlar.

Ezilmişlerin, kendi ağlarından top çıkarta çıkarta kas, santrayla oyunu başlatmak için orta sahaya koşa koşa kondisyon yapan takımların dünyasından son haberler böyle. Darısı Grönland’ın başına.
Devamı - Ah o golü yemeyeydik: Dibe kazık çakanların öyküsü