1.06.2009

Çok Zaman Geçmiş Bayrağın Altında

Çok zaman geçmiş bayrağın altından... En son Kaiowas'la yürüdüğümüzde devasa bayrağın altından, Beşiktaş 100. yılında şampiyon olmuştu. Başkan Serdar Bilgili, Teknik Direktör Mircea Lucescu idi... O günden bu güne 6 yıl geçti, Başkan 1 kere değişti, teknik direktör ise 7 kez değişti. Gelen ve ayrılan oyuncuların sayısını hatırlayamıyorum, tek bildiğim Deli İbrahim hep vardı, sanki takım da onun etrafına her sene baştan kuruldu. Takım şampiyonluktan uzaklaştığı her sene kupalara asıldı; bu seneki dahil 3 kupa kazanıldı 2003'den sonra. Liverpool gibi, şampiyonluktan uzak kupa takımına döneceğimizi düşünürken beklenmedik bir şey oldu: şampiyon olduk, yanında da federasyon kupasını aldık!
Şimdi uzun uzun analizlere girmeyeceğim, zaten sağolsun basın şimdiden "işte mucizenin hikayesi" tarzı melodramlara girmiş, sezon istatistikleri de vermeyeceğim fakat bu şampiyonlukta payı olan iki kişiden bahsetmek istiyorum:


Rodrigo Tello:
Bir adam terazi burcu ise hemen bir kanım kaynar. Bir adam hem terazi burcu hem de solaksa, anında arkadaş olurum. Bir adam, terazi burcu olup, solaksa, bir de Beşiktaş'ta oynuyorsa, tutmayın beni, direkt alnından öperim! Tello, Beşiktaş'a o yüzden torpilli geldi. Adama bir başka gözle baktım. Sol kanadın sabiti İbrahim Üzülmez'in yanında, Tello adeta bir Giggs, bir Lopez gibi gözüktü. Bu sezonun başındaki kısa bir dönem hariç de hiç sırıtmadı takımın içinde. Tello kanat oyuncusu olarak transfer edilmişti, fakat sezonun ortalarına doğru gördük ki, ortasahanın sağ kanat hariç her noktasında faydalı oluyor: dikine iyi paslar atıyor, orta yapıyor, adam eksiltiyor ve en önemlisi kritik anlarda uzaktan güzel goller atıyor. Bu sezonu 6 gol, 11 assist ile bitiren Rodrigo belki yaşından dolayı (29) Avrupa'da büyük bir transfer yapma şansını kaçırdı fakat Beşiktaş'ta kalırsa, sol kanat bir kaç sezon daha rahat eder.


Mustafa Denizli:
Dünyada iki tip teknik direktör vardır: takım yaratan, maç kazandıran. Takım kuranların Türkiye'deki bir numarası Fatih Terim ise, maç kazandıranların bir numarası da Mustafa Denizli'dir. Takım kuran teknik direktör egoisttir biraz; kafasında bir şablon vardır, bunu kurmak uğruna herkesi, hatta kendini bile harcayabilir. Bu kurgu bir kere oturdu mu, o zaman problem olmaz, takım dağılana kadar başarı devam eder. Böyle teknik direktörlere sorulacak manasız sorulardan biri "hocam, niye x'i kadroya almıyorsunuz?" olur. Zaten X hiç düşünülmemiştir ki, o takıma giden yolda ya engeldir ya da merdiven; takdir edersiniz ki, bu tarz teknik direktörlerin sabırsız bir spor mecrasında pek şansları yoktur. Fatih Terim, Galatasaray'da bunu ilk sefer başarmış, ikinci sefer başaramamıştır. Milli Takım'da da bu tavrını sürdürür; takım sadece belli oyunculara açıktır o da kendi kafasındaki takımın oyuncularıdır. Bunun arkasında, birilerini kayırma, birilerine gıcık olma falan yoktur, sadece kurulması gereken bir takım vardır, hepsi bu.

Mustafa Denizli'ye gelince, kendisine en çok söylenen şey ne kadar "şanslı", argo ağızla "ballı" olduğudur. Şansı insan kendisi yaratır diyen bir milletin kendi evladını sadece şanslı görmesi ironiktir tabi ama bunda Denizli'nin de payı vardır. Denizli maç adamıdır, yani her maçı kafasında defalarca yaşar,analiz eder, maça, sahaya ve en önemlisi rakibe göre takım kurar. Bundan da hiçbir şekilde kompleks duymaz, zira kendisi de söylemiştir defalarca her maçı kafasında en az 50 kez oynadığını. Denizli gibi teknik adamların da başka bir handikapı vardır tabi; defans oynaması gerekir taktik gereği, rakip saldırırmış gibi yapar, takım aradan bir kontra atak yapar golü atar, tespit de hazırdır "Ulan adamlar oynuyor, Denizli'nin takım atıyor, ne ballı adam ya!". Fakat Mustafa Denizli, soğukkanlı kişiliği -ki kendisine uçarak kafa atıldığı günler de olmuştur- kadar bu sonuca yönelik tavrı ile de kaypak futbol mecramızda sabit bir koltuk edinebilmiştir. Sonuca yönelik oyunu ile Beşiktaş'ın başına geçtiği günden itibaren takım da şahlanışa geçmiştir. İlk başlarda biraz ağır aksak gidilse de, özellikle ileri dörtlünün muhteşem performansı ve tabii ki bu dörtlünün özel elemanı Yusuf Şimşek ile istediği kupalara ulaşmıştır. Tabii bunun da bir bedeli olmuştur: Beşiktaş'ın yaş ortalaması yükselmiş, Serdar Özkan gibi yetenekler -oyuncunun kendisi de masum değil tabii- ne yazık ki hala takıma beklenen katkıyı yapamamışlardır. Aydın Karabulut ve Batuhan Karadeniz gibi 2 çok yetenekli oyuncunun durumu ise başka bir yazının konusu olacak kadar uzundur.




İşin sonunda, taraftar biraz Denizli'yi geç kabullense de, futbolculuk ve teknik adamlık kariyeri boyunca kalbi hep kartalda kalan Mustafa Denizli, bu arzusuna ulaşmıştır. Şampiyonluk maçından hemen sonra, kameraların önünde bir şey söyleyememesi, gözlerinin dolması, olayın üzerinden 3 gün geçmesine rağmen hala beni etkilemektedir. Mustafa Denizli gibi kariyerinde bizlere ispat edecek bir şeyi kalmayan birinin bile, o yaşında hala şampiyonluk sonunda gözyaşlarını tutamaması, kalbin her zaman akılla beraber takılmadığını ama bir araya geldikleri ender anlarda da bambaşka bir büyü yaratabildiklerini göstermiştir. O büyü, o akşam Denizli'de vardı, başardığı şey mucize falan değildi, sadece sevdiği iki şeyi Beşiktaş'ı ve işini bir kupada birleştirmişti. Bizlere değil ama kendine nicedir içinde sakladığı Beşiktaşlılığa minnetini ödemişti o akşam, ben kendimden çok o yüzden Denizli için sevindim. O gözyaşları boşuna akmadı hocam!



0 yorum: