30.11.2009

Takım Senin Takımın mı, Klüp Senin Klübün mü?

[Aziz Patron çalışanları teftişte]

Fenerbahçe-Kasımpaşa maçının son dakikasına giriliyor: Fener'in kötü oyununu düzeltemeyeceğini anlayan Aziz Yıldırım, şeref tribününden kalkıp içeriye locaya geçiyor. Belli ki, sinirinden ağzından kaçacak sözlerin ve ifadelerin kameralar tarafından görüntülenmesini istemiyor. Yıldırım aslında doğru düşünüyor, zira maç boyunca kamera on dakikada bir şeref tribünü ve başkanı çekiyorlar. Futbolumuza girişi herhalde 10 yılı geçmeyen bir ritüel bu; maç sırasında ara-sıra ama her kritik pozisyon ve gol sonrası mutlaka başkan ve zevatına çevrilir kameralar. Öfkesi, sevinci, tüh nasıl kaçırdıkları kısacası onayı alınır başkanın. Sonuçta, AŞ MAŞ hikayedir, Türkiye'deki bütün takımlar başkanlarının takımlarıdır ve her maçta bu gerçek başkanların "kankitosu" televizyon yayıncıları tarafından gözümüze sokulur.


Futbolun endüstrileşmesinin bir sonucu diye bu durumu kesip atmak içimden gelmiyor açıkçası. Parayı bastıran düdüğü çalar mantığından hazzetmeyen birisi olarak, one-man-show başkanların yakın bir zamanda futbolu bitirme noktasına getireceğini düşünüyorum. İstedikleri kadar parayı kontrolsüzce harcıyorlar, transfer fiyatlarını uçuruyor, emeğe saygı duymuyorlar. Herşeyin ama herşeyin parayla, para olmazsa da pahalı avukatlarla çözüleceğine inanıyorlar. Bu adamlara bu sınırsız gücü kim veriyor? Tabii ki klüpler! Bazıları başkan bile olmadan, aldıkları hisselerle takımda söz sahibi oluyorlar; kalanlar da üyelere gösterişli transferler, kupalar, başarılar vaadedip başkanlık koltuğuna kuruluyorlar. Bu adamlar eleştiriyi de sevmiyorlar, istiyorlar ki taraftar gitsin; onların boşalttığı yerlere de sadece para vermekle yükümlü müşteriler gelsin. Bu adamların hiçbiri aslında futbolu sevmiyor, futbolu bırakın çoğunun sporla da çok ilgisi olduğunu söyleyemeyiz. (Golf gibi kodaman sporlarını bunun dışında tutuyorum.) Fakat futbolun vaadettiği başarıya bağımlılar çünkü bu çağda en kolay ve tartışmasız başarı ya futbolda ya da futbolu popüler kılan televizyonda. Bu adamlar da başkan olarak ikisinin de getireceği başarıları şimdiden garantiliyorlar.

[Jesus Gil - Atletico Madrid'i mahveden başkan]

Başarı derken bunu sportif başarı olarak görmemek lazım. Bu adamların istediği şey, yönetmek. Hiç yönetemeyecekleri kadar büyük kitleleri bir oyun sayesinde kontrol edebiliyorlar. Çoğu, siyasi parti kursa, günümüzün politikacılarının hemen hepsinden daha çok oy alır, hele bir de büyük klüp başkanıysa iktidara bile oynar. Bu adamlar için demokratik yöntemler de birer merdivendir, yukarıya çıkmalarını sağlayan sonrasında da ardından geleceklerin üzerine bir tekmeyle savuracağı bir merdiven... Gelir gelmez, kendisine kesin biat edecek yönetim kurulu kurulur, muhalifler klüpten atılır, gerekirse klübe kendi kasasından borç verilir ki bu borç onun iktidar teminatıdır. Eğer arada yönetimden birisiyle ters düşerse, kendi şirketinde yaptığının aynısını yapar, kıçına tekmeyi basar. Kısa süre içinde, onu başkan yapan mekanizmaların hepsi ortadan kalkmaya başlar. Takım kısa sürede kendi çiftliğine döner.

[Abramoviç giderse Chelsea'den geriye ne kalır]

Bugün bu duruma direnebilen çok az takım kaldı. Çoğu takımın başında futbolcularından daha fazla şan şöhret peşinde koşan adamlar var. Amerikalılar, İngilizler, Ruslar, Araplar, Türkler, İsrailliler, İspanyollar, İtalyanlar, İskandinavyalılar ve daha niceleri büyük klüpleri teker teker fethediyorlar. Bugün deliler gibi sevdiğin takımın, yarın tepeden gelme bir başkan sayesinde bütün geçmişi ile çelişen davranışlar içine girebilir ve sen hiç bir şey yapamazsın. Üzerinde lisanslı ürün yelpazesinden aldığın bu sezonun forması, cebinde kombine biletin, plazma tv'inde dekoderin sayesinde izlediğin maçta, futbolcular kadar başkanları da izlerken ister istemez düşünürsün: bu takım benim takımım mı, bu klüp benim klübüm mü?

1 yorum:

kaiowas dedi ki...

benim tupcu baskanimin resmi nerde ?