Dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12.06.2010

Dünya Kupası: Güney Kore 2 - Yunanistan 0





1994 felaketinden sonra, bu turnuva Yunanistan bir temize çekilecek dünya kupası tarihinin başlangıç paragrafı olabilirdi. Hem 94'ten beridir köprünün altından çok sular akmıştı: Yunan halkı dışında pek kimsenin hatırlamak istemediği bir Avrupa Şampiyonluğu vardı araya sıkıştırdıkları. Bu sefer, turnuva şanssızlıklarını kırmak, gol atmak, hatta galip gelmek istiyorlardı. Güney Kore maçı bütün bunlar için en ideal başlangıçtı zira Koreliler ne Arjantinliler gibi üst düzey tekniğe, ne de Nijeryalılar gibi baskıcı bir fiziğe sahiptiler. 


Yunanistan'ın ve Otto Rehhagel'in atladığı ufak bir nokta vardı: çocukluğumdan beri izlediğim her turnuvaya katılan Güney Kore, rakibine göre ciddi bir tecrübe avantajına sahipti. Ayrıca özellikle Hiddink döneminde, sınırlı teknik kapasiteleri ve fizik güçlerini akıllıca kullanmayı öğrendiler ve bunu maç boyunca sürdürme konusunda ciddi yol katettiler. Yunanistan ise klasik düşük tempolu oyunu ile rakibini önce defansta sönümleyip, sonra Charisteas gibi pivot forvetlerle bitirmeyi düşünüyordu. Yunanistan'ın artık modası geçmiş taktiği bugün Kore karşısında patladı. Tam Türk tipi, yan topta adam kaçırarak yenilen golden sonra, Rehhagel'in taktiği iflas etti. Düşük tempo ile hücum etmeye çalışan Yunanistan, defansını ileri çıkaran Kore takımı tarafından hemen orta sahanın  önünde durduruldu. Rakiplerinin aksine tek top ve hızlı tempo ile oynayan Kore, kontra-ataklarla rakibinin ceza sahasında ciddi tehlikeler oluşturdu. 






FUTBOLUN AFFEDİLMEZİ: DÜŞÜK TEMPO

Günümüz futbolunda, hemen her eksikliği kapatacak bir merhem tipi oyun planı mevcut. Kısa oyuncular, hızla ara paslarla, fizikli oyuncular tam saha presle, güçlü yönlerini vurgulayıp, eksik yönlerini kapatan futbolu sahaya yerleştirebiliyorlar. Günümüz futbolunun affetmediği tek şey ise düşük tempo. Gerçekten de düşük tempoya merhem olacak bir oyun planı yok ve tempolu rakipler bu eksikliği hiç affetmiyorlar. Yunanistan bu ağır tempo ile oynamaya devam ederse, Dünya kupalarında değil galibiyet, gol bile atamaz. 


Kore futbolunun 2002'den beridir yaşadığı gelişim inanılmaz. Artık Avrupalı nispeten zayıf takımları -Yunanistan, Slovakya vb- rahatça yenebilecek duruma gelmişler. Maç öncesi herkesin sıkıcı ve temposuz olacağını düşündüğü bir maçı, neredeyse tek taraflı gayretleri ile bu turnuvaya yakışacak bir düzeye getirdiler. Bu başarıda Hiddink'in payı büyük olsa da, bu ne tek adamla, ne de tek başına milli takımla başarılacak bir şey: açıkçası son 10 senede gösterdikleri uluslararası performans, Avrupa'nın büyük takımlarında oynayan yıldız oyuncuları, Kıta Avrupası'nı örnek alan taktiksel dağılımları ile Güney Kore, şu an tartışmasız Asya kıtasının en büyük futbol takımı ve futbol ülkesi olmuş durumda. Japonya başta olmak üzere diğer kıtasal rakiplerinin, Kore'nin seviyesine ulaşması için daha çok fırın ekmek yemesi gerekiyor. 


Yunanistan içinse diyebileceğim tek şey, ülkece iyi bir sene geçirmedikleri. Futbol ekonomik krize merhem olmasa bile, olası başarılar kötü günler geçiren Yunan halkı için moral olacaktı, ne yazık ki olmadı. Bu oyun ile Nijerya ve Arjantin karşısında varlık gösteremezler. Aslında turnuva Ege karşısı için çoktan bitmiş bile olabilir. 
Devamı - Dünya Kupası: Güney Kore 2 - Yunanistan 0

13.04.2010

Sakin olun, topu Garrincha’ya verin...


1958 Dünya Kupası hem biz Türkiye hem de dünya futbolu açısında bir çok ilki, bir çok skandalı, rekoru ve yıldızı barındıran bir organizasyondu. Günümüz futbol organizasyonlarda belki asla görülmeyecek hayal edemiyeceğimiz olan kaos, goller ve yıldızlar bu turnuvanın daha eleme aşamalarından itibaren başlamıştı...

Bugünlerde Güney Afrika’ya gitmek için işi mucizelere kalmış Türkiye o günlerde 1958 Dünya Kupası için FIFA’nın o zamanki keşfi Asya –Afrika grubuna dahil edilmişti.

Bu grup tam on bir takımdan oluşuyordu ama o zamanın dünyasında siyasi iradeler spor üzerinde bugünkünden kat ve kat güçlüydü. Etiyopya ve Kore Cumhuriyet’i daha baştan gruptan çekilmiş. Bu günkü adı Tayvan olan Çin Cumhuriyet’i ise çekilen kura sonucunda kendisiyle eşleşen Endonezya ile oynamam diyip maçı oynamamıştır.

Bundan sonra ise olaylar hakikaten komedi haline geliyor grubumuzda. Hem Avrupa grubuna dahil edilmeyen hem de kurada İsrail’i çeken Ulusal Takımımız ben de oynamıyorum derken kendisine Mısır ile eşleşen Kıbrıs ta katılmıştı.

Fantastik grupta oynanan ilk maçta Sudan Suriye’yi elemiş bu seferde yarı finalde olan Endonezya İsrail’e gitmeyi reddetmişti. İsrail maç oynamadan finale çıkarken rakibi Mısır’ın karşısına çıkmamasıyla Sudan olmuştu.

On bir takımlı grupta final maçına kadar sadece tek maç oynanmış ve o finale de Sudan ve İsrail adını yazdırmıştı. Tahmin edebildiğiniz gibi Sudan maça çıkmadı ve İsrail maç yapmadan Dünya Kupası finalisti oldu.

Hikaye bitti hadi kupaya gel artık diyorsanız çok yanılıyorsunuz. Bu kez de İsrail’li futbolcular isyan edip biz gitmek istemiyoruz demişti. FIFA da o zaman siz Avrupa’dan bir takımla oynayın(En iyi grup ikicisi) bu maçın galibi kupaya gitsin hatta bu da statü olsun buyurmuştu. İlk başvurulan takım Belçika teklifi reddetmiş ama Galler seve seve biz oynarız demişti. Ve bu maç sonucunda Galler Dünya Kupası hakkı kazanmış ve hatta orada da gruptan çıkıp Brezilya’ya elenmişti. Bu maçtaki tek golü ise on yedi yaşında bu kupada adını ilk defa duyuran Pele atmıştı.



Yazının başında dedik ya bu dünya kupası bir çok ilke, rekora ve garipliğe ev sahipliği yaptı, hadi bunlara kısaca bir göz atalım:

Bu kupa televizyondan canlı yayınlanan ilk dünya kupasıydı ve belki de bu ilk adım futbol ekonomisinin dir daha geri dönülemez şeilde değiştiriyordu...

“...bu kanallar, dünya kupası heyecanlarına da o meşhur "pasta" ve kremasının hatırına büyük bir iştahla saldırmaya başladılar. dünyanın öbür ucundaki bir frikiği evindeki koltuktan, anında izleyebilen bir futbolsever, içine düştüğü inanılmaz lüksün rehavetiyle "tv'ler mi dünya kupası'na, yoksa kupa mı tv'lere hizmet ediyor?" sorusunu çok sonra sormaya başlamıştır.” (1)

Belki de bu kupayı ilginç kılan en önemli detaylardan biri ise günümüze kadar oynanan tüm kupalarda finali turnuvanın düzenlendiği kıtanın bir ülkesi kazanmışken Brezilya’nın Avrupa’da kazandığı bu kupa dünya kupaları tarihinin bu alanda tek istisnası olmuştu.

Maç başına gol istatistiği ise günümüz için hayal bile edilemeyecek bir oran tam tamına 3.6 idi. Tabi bu turnuvanın gol kralı da bu istatistiğe yakışan biri olmalıydı. 6-3 biten üçüncülük maçında Federal Almanya kalesine tam dört gol bırakan Fransız Just Fontaine 13 golle turnuvanın gol kralı olmuşu. Fontaine’nin bu gol rekoru yıllarca kırılamadı.

Büyük Britanya tarihte ilk ve son kez bünyesindeki dört ülkenin tamamıyla bu turnuvaya katıldı. İngiltere, İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler bu büyük adayı bir bütün olarak temsil ettiler.

Ve işte benim futbolu sevmeye başlamamdaki en büyük etkenlerden birini doğuracak final maçı...



Ev sahibi İsveç, Sovyetler Birliği ve Federal Almanya’yı geçmiş ve Galler ile Fransa’yı kupa dışı bırakan Brezilya’nın karşısında çıkmıştı. Bu maçın hikayesi o kadar geniş ki benim yazı bilgimin düzgün şekilde bir toparlama yapabileceğini hiç sanmıyorum...

Maçın seramonisine çıkanlar şöyleydi:

Brezilya: Gilmar, Bellini, Djalma Santos, Didi, Zagallo, Pele, Garrincha, Nilton Santos, Orlando, Zito, Vava...

TD: Feola Vincente

İsveç: Karl Svensson, Orvar Bergmark, Sven Axbom, Nils Liedholm, Sigvard Parling, Kurt Hamrin, Gunnar Gren, Agne Simonsson, Lennart Skoglund, Bengt Gustavsson, Reino Borjesson...

TD: Raynor George

Hakemler: Guigue Maurice, Dusch Albert, Gardeazabal Juan

Yukarıda İsveç kadrosundaki Gunnar Gren ilk ulusal maçına çıktığında Brezilya’lı Pele henüz doğmamıştı. Turnuvaya 3-4-3 taktiğiyle başlayan Breziya’da futbolcular 0-0 lık İngiltere maçında isyan etmişti. Bunun üzerine Fenerbahçe’nin eski teknik direktörü Didi ortasahadan birer futbolcuyu ileri ve geri göndermis ve Brezilya ile özdeşleşmiş 4-2-4’ün mucidi olmuştu...

Maçı isterseniz Halit Kıvanç ustanın kaleminden okuyalım:

“Hepsi bir yana. O finallerin finali Brezilya-İsveç maçı yeterdi sadece... Daha 4 dakikada 38 yaşındaki İsveçli yıldız Liedholm inanılmaz bir soğukkanlılıkla plaselediği topla maçın ilk golünü atıyordu. Gilmar'ın uçuşu boşunaydı. Brezilya fırtınası durmuş muydu? Hayır!.. Fırtına bu İsveç golüyle kasırgaya dönüşecekti. Müthiş sağaçık Garcincha çizgiden uçarcasına iniyor, ortalıyor, gelen topu bombacı vava kale ağzından içeri atıyordu. Güzel, çok güzel bir goldü. Ama asıl güzelliği, az sonra aynen tekranındaydı. Yine Garrincha, yine sağdan yine çizgiden yine uçarcasına iniyor, yine ortalıyordu. Yine vava vardı topun geldiği yerde. Yine vava vuruyordu topa... Ve yine goldü. Hem de aynı gol... Sanki arasına kopya kâğıdı konmuştu iki golün...İilk golün ikiziydi bu gol..

Sonra Pele'nin rakibin başından aşırdığı topa savurduğu vole... 5-2'iik muhteşem sonuç... O finali anlatmayı çok isterdim, dedim ya...

Ama ileride kısmet olacaktı. Tam oniki yıl sonra, büyük dileğim gerçekleşecekti.”(2)

İşte bu Garrincha benim hayatımın futbol yönünü değiştiren adamdı işte TRT’nin siyah-beyaz günlerinde seyrettiğim bu garip adama 6-7 yaşımda beslediğim sevgiydi futbol aşkına dönüşen. İlk onu bilmiştim hatta Pele’den önce, Pele hep anlatılıyordu ve o siyah-beyaz görüntülerde hep goller atıyordu ama Garrincha’nın ayağından o çocuk kalbime gidenler çok fazlaydı. Bu günlerde salon beyefendisi ve hırs küpü Pele’yi gördükçe, yüreğim toprak sahadaki mahalle maçından dönen çocuğun ağzındaki mutlu ıslık gibi oynayan Garrincha’da daha da bir kaldı...

Didi final maçının 4. dakikasında yenilen maçtan sonra top elinde santraya yürürken ardından gelen arkadaşlarına şöyle sesleniyordu: "Sakin olun, topu Garrincha'ya verin "

Ve benim kelimelerle anlatmakla kendimi tatmin edemediğim Garrincha’yı bakın biri Türk, biri Uruguay’lı iki büyük yazar nasıl anlatmış...


Önce Eduardo Galeano:

“Birçok kardeşten biriydi ve ona Garrincha adı verildi; bu çirkin ve işe yaramaz bir kuş ismiydi. Futbola başladığında doktorlar çok şaşırdılar. Bu anormalin hiçbir zaman sporcu olamayacağı teşhisini koydular. Cılızdı, çocuk felci geçirmişti; salaktı, topaldı, bir çocuk zekâsına sahipti, omurgası bir s şeklindeydi ve iki bacağı da aynı tarafa doğru eğikti.

Onun gibi bir sağaçık, bir daha dünyaya gelmedi. 1958 dünya kupası'nda oynadığı mevkideki oyuncular arasında en iyisi seçildi. 1962 dünya kupası'nda ise şampiyonanın en iyi oyuncusu seçildi. Sahada geçen yıllar boyunca daha da fazlasına sahip oldu: futbol tarihinde, çevresine en çok mutluluk veren oyuncu o oldu.

O içinde olduğunda saha bir sirk, top da iyi eğitilmiş bir hayvancık oluveriyordu. Maç mı dediniz? O da tabii ki güzel bir eğlenceye dönüşüyordu. Garrincha, oyuncağını kıskanan bir çocuk gibi topu kimseye bırakmıyordu, top ile o öyle şeytanlıklar yapıyorlardı ki halk gülmekten iki büklüm oluyordu. Kâh o topun üzerinden atlıyor, kâh top onun üzerinden aşıyordu; top saklanıyor, o kaçıyordu, o kaçtığında top onu kovalıyordu. Tüm bunlar olup biterken önlerine çıkan rakipleri, kendi aralarında çarpışıyor, ayakları dolaşıyor, fenalaşıyorlar ve yere yığılıyorlardı. Garrincha yaramazlıklarını orta sahadan uzak, yan çizgilerden sağdakine yakın bir yerlerde yapıyordu. Kenar mahallelerde yetişmişti ve sahanın da kenarında oynuyordu. Botafogo adı verilen bir kulüpte oynuyordu. Kulübün ismi "ateş yakan" anlamına geliyordu, ateşi yakan da oydu tabii. Stadyumları yakan botafogo oydu. İçkiden ve öbür sağlığa zararlı şeylerden çok hoşlanıyordu. Kalabalıkları hiç sevmiyor, nerede bir kalabalık birikse hemen oradan ayrılarak uzak yerlerde oynanmayı bekleyen bir topun, dans edilmesini bekleyen bir müziğin ya da öpülmeyi bekleyen bir kadının peşine düşüyordu.

Peki hep galibiyetler mi görmüştü hayatı boyunca? Hayır. O şanslı bir mağluptu yalnızca. Şans da uzun sürmezdi doğrusu. Brezilya'da bir söz vardır; "bokun değeri olsa, yoksullar kıçsız doğardı," derler.

Garrincha da kendine yakışan bir şekilde veda etti hayata: fakirdi, sarhoştu ve yalnızdı.”(3)


Ve sonra büyük usta İslam Çupi'nin muhteşem kaleminden muhteşem Garrincha:

“Garrincha 1954-1958 dönemi bir sinema şeridi gibi uzatılıp evrensel futbol büyüleri dökmüş Brezilya milli takımı'nın hücum sağ ucundaki kabile reisi idi.

Şimdiki futbolda çok koşulmuş bir at padoku haline getirilmiş ileri uçlar Garrincha'nın kişiliğinde inanılmaz bir estetik lunaparkına dönüyor, fuleden ve ciğerden kurulu sağ açıklık kavramı bu kısa boylu melez beyazın vücudunda, inanılmaz bir dripling vodvilinin bin dekorlu sahnesine dönüyordu.

Ayak ritmlerinden samba notaları çıkarılan driplingdeki benzersiz eskizleri için kendisine Şarlo sanatının üretken ve değişkenliği yakıştırılan Garrincha, Brezilya'ya ve dünya ülkesinin bir numaralı canlı futbol heykeli olmuşken uyuşturucu denen rakip onun oyunculuk diye özetlenen kıvrak saha dünyasını yakalayamayınca, içine girerek belalı beden ve ruh çürümesinin sinsi ihtilalini başlatmıştı.

Beşikten mezara kadar uzanamamış birkaç evlilik... Mekânları ve sosyal konumları yerli yerine oturmamış yedi çocuk... Metresler, gece kadınlarının bir neonluk ışıkta getirip boşattıkları içki bardakları, nizami olmayan sigaralarla dolan izmarit tablaları, hap stokları insan kollarına hangi keyifler için girdiği belli olmayan enjektörler, her gece tomarları incelen artık üretmeyen, üremeyen bir futbol serveti.

Sonunda bir akıl hastanesinin çığlıkları ve bağlama kayışları bol bir odasına düşen Garrincha, ecelden mi yoksa intihardan mı kaynaklandığı belli olmayan bir esrarengiz eylemle hayatının bitimini noktaladığında futbolda bir dönem dünyanın başını çalımlarla çıldırmış insanın mezar haberi gazetelerde tek sütunluk bir selvi gölgeliğinin altına iliştirilmişti.” (4)



(1) Tayfun Öneş, Oyunun İyiliği İçin – 2002
(2) Halit Kıvanç, Gool Diye Diye – 1983
(3) Eduardo Galeano, Gölge ve Güneçte Futbol – 1997
(4) İslam Çupi, Olaylar, Sağbekin Lahana Dolmasını Yemesiyle Başladı-2004
(4) Wikipedia

Devamı - Sakin olun, topu Garrincha’ya verin...

11.04.2010

Lipton, Asla Sadece Bir Çay Markası Değildir – DÜNYA’nın En Neşeli Kaybedeni’nin KUPASI


Britanya ve mide kelimeleri birbiriyle çok fazla bağdaştırılmaz, ikisi bir araya geldiğinde yaptığı çağrışımlar sandviç, fish n chips, haggis, çay, ale, cider, viski ve birkaç kelimeyle daha sınırlıdır. Bu kelimelerden ‘sandviç’in, İngiltere’deki Sandwich bölgesi kontu Edward Montagu’nun kumar oynarken yemek yemeye zaman ayırmaya üşenmesi sonucunda, birkaç rozbif parçasını iki ekmek dilimi arasına yerleştirerek yaptığı geçiştirmelik öğünlerden ortaya çıktığı, kulağa enteresan gelen bir söylentidir. İngiliz halkının, küresel olarak kendi ismiyle özdeşleştirdiği ‘çay’ ise halen bira ile beraber ada halkının en popüler içeceklerinden biridir. Bu içeceğin halk arasında popülerleşmesi ve ulaşılabilirliğinin artış sürecindeki en büyük öncülerden biri ise ismi hiçbirimize uzak gelmeyecek olan ‘Sir Thomas Lipton’dur, tahmin edileceği gibi Lipton şirketinin kurucusu ve isim babası.

1800'lerin sonlarından bir Lipton mağazası

Glasgow’da işçi bir ailenin en genç oğlu olarak dünyaya gelen küçük Lipton, gençlik yıllarında İskoçya ve ABD’de, en sevdiği miçoluk ve gıda ticareti olmak üzere tütün işçiliği, tekstil işçiliği gibi işlerde yer aldıktan sonra Glasgow’a dönüyor, ve genç yaşta ailesinin marketini çekip çevirmeye başlıyor. Hevesli yapısının da etkisiyle, henüz 40 yaşına gelmeden ülkenin hatrı sayılı tüccarlarından biri haline geliyor. Pratik tüccar mantığını bir adım ileri götürerek middle-man i ortadan kaldırmak, üretimi de elinde tutarak maliyeti düşürmek, dolayısıyla kazancı artırmak amacıyla, Sri Lanka - Ceylon’a giderek, dönemin kendi lehinde oluşturduğu rüzgarı da arkasına alarak üretimi kendi elleriyle yapmaya başlıyor. Aynen, başarıyı yüksek miktarda paralar harcayarak başka takımlardan oyuncu transfer etmek yerine altyapısını mekanikleştiren ve A takımını kendi özkaynaklarıyla idare ederek hem oyuncu kalitesini elinde, hem de parayı kasasında tutmayı başaran bir futbol kulübü misali. Uzun uzadıya anlatmak gereksiz, kendisi dönemin Ada’daki en başarılı tüccarlarından biri sayılmaktadır.

Gelelim bu iyiliksever ve sportmen bekar tüccarımızın bir futbol blogu olan Çivilikrampon ile bağlantısına... Hiç şüphe yok ki İrlanda kökenli, İskoçya doğumlu, hayatının bir bölümünü İngiltere’nin başkentinde geçirmiş, futbolun beşiğinden gelen ülkeden bir tüccarın, bu oyunun yayılmasında ön ayak isimlerden biri olmuş olması hiçbirimizi şaşırtmayacaktır. Sir Thomas Lipton’ın futbola ilgisi, ve ticaret vasıtasıyla yaptığı kontaklar bu noktada devreye girer.
Aslında olaylar, "he who has the gold makes the rules" sözüne uygun olarak gelişiyor. Ne mutlu ki, dünyanın hatrı sayılır tüccarlarından biri olan Sir Thomas Lipton, ciddi bir futbolsever. Hatta ileride de değineceğim üzere; sporu, -fanatizm ve spor terörünün temeli olan- salt kazanmak üzerine değil de, kitlelerin bir araya gelmesini sağlayan sosyal bir araç olarak tanımlayan gerçek bir sporsever.

Thomas Lipton'un domuz ticareti ile ilgilendiği dönemden bir poster

Bu gezgin futbol tutkununun, farklı 2 kıtadan dünya literatürüne kattığı 2 kupa mevcut. Bunlardan ilki, kendi kıtasının uzaklarında, şu anda Dünya futbol eksenin bir denge noktası olan Güney Amerika’da başlattığı Copa Lipton. O zamanlar, Adalılar’ın yarattığı, ancak oyunu ileriki yıllarda ‘mükemmeleştirecek’ olan ülkenin henüz organize olamadığı dönemlere denk geliyor. Şili’nin 1910 (Futbol Federasyonu 1895’de kurulmasına rağmen), Brezilya’nın 1914, Paraguay’ın 1919, Peru’nun 1927, Kolombiya ve Venezuela’nın 1938’dan önce milli takımlarının resmi olarak varlıklarının ilan edilmemiş olmasından ötürü, 1905 yılında sadece Arjantin ve Uruguay’ın katıldığı bir kupa olarak sahne alıyor. Kupa, tek ayaklı eliminasyon usulü ile oynanıyor, en kötü ihtimalle gümüş madalyanın garanti olduğu bir organizasyon. En ilginç kuralı ise, evsahibi ülkenin kupaya ulaşması için kesin galibiyet almasının gerekliği, deplasman takımına ise kupa için beraberliğin yeterli olması. Günümüz deplasman takımlarının yenemiyorsan yenilme taktiğinin buradan esinlenmiş olma ihtimali yüksek. Geçtiğimiz 105 yıl içinde 29 defa oynanan bu kupayı Arjantin 17, Uruguay ise 12 defa müzesine götürmüş. İlki Buenos Aires’te 0-0 biterek Uruguay’ın kazandığı kupada en son karşılaşma 1992’de Montevideo’da yine 0-0 olarak sonlanıyor ve kupa gün itibariyle halen Arjantin’in müzesinde yer alıyor. Dünya Kupası, Copa America gibi organizasyonların ön planda olduğu günümüz futbol konjektüründe çok fazla ilgi görmeyeceği aşikar olsa da, nostaljik olarak tekrarlanması gündemde olan bir organizasyon.


İkinci katkısı ise, Dünya futbolunun kalbinin attığı kıta olan Avrupa’nın ilk uluslararası profesyonel futbol organizasyonlarından olan Sir Thomas Lipton Trophy. 1909 ve 1911 yıllarında toplam 2 kez 4’er takımın katılımıyla gerçekleştiriliyor. Tabi uluslararası bu organizasyona, oyunun çıkış yeri olan Ada’dan bir takımın katılmaması diye birşey sözkonusu olamaz. O yüzden İngiltere futbol federasyonuna bir takımın yollanması için başvuruda bulunuyor, ama isteği geri çevriliyor. Sir Thomas Lipton Trophy’e İngiltere Federasyonu tarafından hiçbir takıma izin çıkmaması, belki de İngilizler’in, kendilerine addettikleri futbol sporunun -her ne kadar tüm toplumlar tarafından saygı gören bir kişi olsa da- bir İskoç’un isminin altında globalleşmesinin rahatsızlık verdiği gerçeği olabilir, bu da az sonra kendi kendini çürütecek kişisel komplo teorim olarak bu noktada yer alsın. Ancak, Sir Lipton İngiliz Futbol Federasyonu’nu bypass etme amaçlı olarak, kömür madeni işçilerinin oluşturduğu amatör bir takım olan West Auckland FC’yi organizasyona davet ediyor. Torino’da yapılan ilk organizasyona katılan diğer takımlar, evsahibi Torino XI (Juventus ve Torino karması), FC Winterthur (İsviçre) ve Stuttgarter Sportfreunde (Almanya). Takımların harita üzerindeki yerlerine bakıldığında, genel olarak Ada destekli bir ‘Torneo della Alpi’ havası var, nitekim 1911 yılında Juventus, Torino, Zurich ve yine West Auckland’ın katıldığı, sınırlı sayıda takım destekli bir kupa oluyor. Finalde amatör West Auckland’ın Juventus’u 6-1 gibi farklı bir skorla yendiğini göz önünde bulundurursak, o dönemki İngiliz futbolunun, diğer ülkelere göre ne kadar gelişmiş olduğu çıkarımını yapabiliriz. Sir Thomas Lipton Trophy halen, birçok platformda Dünya Kupası'nın embriyo versiyonu olarak anılmaktadır.


Aslında spora ilgisi, futbol organizasyonu düzenlemekle sınırlı değil, kendi uğraştığı spor dalı yatçılık olmuş. Böyle büyük futbol organizasyonlarına kendi ismini verebilecek bir kişinin sosyal çevresinin de geniş olduğunu tahmin etmek zor değil. İleride İngiltere kralı ve Hindistan İmparatoru olacak olan Galler Prensi Edward (Lipton’un Sri Lanka ile bağlarını kuvvetli tutabilmesine şaşırmamak gerek) ile sıkı fıkı ikili ilişkilerini, beraber katıldıkları America’s Cup ile süslüyor (hani İngilizler bu İskoç’u hor görüyorlardı?). 1899-1930 arası 5 kez katılıp hiç kazanamamasına rağmen, insanlar üzerinde bıraktığı sempatik etki sonucunda ‘dünyanın en kötü yat tasarımcısı, ancak en neşeli kaybedeni’ sıfatına layık görülüyor. Düzenlediği futbol organizasyonları, insanlar üzerinde bıraktığı pozitif yarışmacı ruhu, başarılı ticari hayatı, buna bağlı olarak yüksek merciilerle olan yakın ilişkileri, fakirler için yarattığı fonlar, yaptırdığı hastaneler ile ilk bakışta kısa süre önce kaybettiğimiz Kadir Has’ı andıran bir kişilik. Halen Florida'da, yatçılık konusunda Lipton Cup adı altında bir yarış düzenlenmeye devam edilmektedir.

‘Herşey böyle başladı, Dünya Kupası’nın temelleri böyle atıldı’ diyerek kesip atmak aslında fazla saflık olur. Daha önce gerçekleşmekte olan ve sadece amatör futbolcuların katıldığı Olimpiyatlar ve Torino’da La Stampa Sportiva dergisinin düzenlediği Torneo Internazionale Stampa Sportiva’yı bi kenara bırakırsak, zaten yakında kitlelerin ilgi odağı olacak bu sporun tetiğinin uluslararası platformda profesyonel olarak ilk kez çekildiği organizasyonlardan ikisi diye ifade etmek daha doğru olacaktır. Aynen başlaması kaçınılmaz bir savaşın, iki ayrı cephesinde atılan ilk kurşunları gibi. Ancak Sir Thomas Lipton’u ‘bir ilkçi’den çok, sporun sosyal ve yarışmacı ruhunu sindirmiş bir kişi olarak hatırlamak daha mantıklı olur.

Her Türk gencinin ayağına en az bir kere değmiş olan tenekebol

İşte böyle... küçükken Lipton Ice Tea’nin kutusunu ayağımızla ezip 3’e 3 maç yaptığımız günlerde pek fazla aklımıza gelmezdi o kutunun üzerindeki markanın arkasında, aslında kapitalist dünya devi Unilever’in değil de, uluslararası futbolun öncülerinden birinin soyadının yattığı (tamam, dönemin kolonici İngiliz memleketinin de aynı mantalitede olduğu gerçeğini yadsımıyorum). Hoş, tenekebol oynarken onu Unilever ürünü olarak düşünenimiz de pek fazla olduğunu düşünmüyorum. Sahi, 20 sene önce Lipton Ice Tea Türkiye topraklarına girmiş miydi?


(Fotoğraflar: http://www.mitchelllibrary.org)
Devamı - Lipton, Asla Sadece Bir Çay Markası Değildir – DÜNYA’nın En Neşeli Kaybedeni’nin KUPASI

31.01.2010

Futbolun Bittiği An: Togo'ya Ölmedikleri İçin Ceza Verildi


Geçen ay malum olay sonrasında, takım arkadaşlarını kaybeden Togo Milli Takımı futbolcuları, arkadaşlarının kanını sportif bağlamda yerde bırakmamak için turnuvaya devam kararı almış, fakat Togo hükümeti sağduyulu davranarak, takımı kendi insiyatifi ile turnuvadan çekmişti. Blogda da değindiğimiz bu olay, hem Türkiye'de, hem de dünyada büyük ses getirmiş, özellikle de Togo'nun en önemli futbolcusu olan Adebayor'un saldırı sonrası gözleri yaşlı, şoka girmiş hali pek çoğumuzun içini burkmuştu. 


Sportif müsabaka adı altında yaşanan bu katliama bir de vicdani kıyım Afrika Federasyonu'ndan geldi ve Togo'ya "kurallara aykırı" şekilde takımlarını turnuvadan çektikleri için 2 turnuvaya KATILMAMA ve para cezası verildi. Togolu oyuncular ve siyasetçiler, sağduyulu olmanın cezasını böylece ödemiş oldular. 


Blood Diamond filminde, Archer karakterinin sık sık tekrarladığı "This is Africa"(Burası Afrika) sözünde olduğu gibi, Afrika'da pek çok şey kendine özgü dinamiklere sahip. Bazıları yüzyıla yakın süren sömürüsünden, bazıları da hala kabile-ulus ikilemini aşamamasından doğan çeşitli problemlerin çoğu, ne yazık ki sadece Afrika'da meydana gelmekte. Sömürgeci devletlerin, kendi refah düzeylerine göre hazırladıkları ve bugün Afrika ülkelerinin de hepsinin temel aldığı yasa ve yönetmelikler düzeni Afrika'nın bu kendine has yönünü anlamaktan çok uzak. Eminim bugün Afrika Futbol Federasyonu'nu arasak ve Togo'ya verilen cezanın sebeplerini sorsak, yönetmelik kitapçıklarından bize çok güzel sebepler söyleyebilirler. Fakat o kitapçıklarda yazmayan şey, Afrikalı futbolcuların Angola'da olan durum gibi pek çok olayı yaşadığı, bunlardan çok azından haberimiz var, bu son olayda da Arsenalli bir futbolcu olaya dahil olduğu için İngiliz medyası başta olmak üzere bütün batı medyası olayla ciddi biçimde ilgilendi. 


Peki böyle bir olay Avrupa'da olsa UEFA ne yapardı? Bunu sormanın bir manası yok çünkü UEFA zaten iç karışıklık yaşayan ülkeleri geçici de olsa kıtasal maç takviminden çıkarıyor. Olay iki ülke arasında yaşanan çatışma ise (Bosna olayları), iki takım da geçici olarak men edilebiliyor. Men edilmeseler bile maçların 3. bir ülkede oynanması sağlanıyor. Hatta UEFA'nın aldığı bu fazlasıyla korumacı kararlardan İngiliz, Fransız ve İtalyan ekipleri bazen ziyadesiyle faydalanmaya çalışıyorlar. Ne zaman futbol büyüklerinden birinin yolu, Avrupa kupası maçları için İsrail'e düşse, daima birileri orada can güvenliği olmadığından dem vurup, maçın üçüncü bir ülkede oynanmasını talep eder. İşte bir tarafta, dünyanın en güçlü ordu ve istihbarat servislerinden bazılarına sahip olan bir ülkeyi bile "güvensiz" sayabilen batı futbol kriterleri, diğer tarafta da kendisini sömüren batıdan aparttığı kural ve tüzüklerle, kendi kıtadaşını (ve kader arkadaşını) en basit spor müsabakasında bile koruyamayan, hatta cezalandıran Afrika... 

*Fotoğraf: CNN INT.
Devamı - Futbolun Bittiği An: Togo'ya Ölmedikleri İçin Ceza Verildi

27.01.2010

Büyük Şefin Son Büyük Yılı




2010 herhalde Song için Milli Takım ile geçirdiği son büyük yıl olacak. Jonathan Wilson'un iki tanıdık sima: Ahmed Hassan ve Song ile ilgili yazısından arakladım bu fotoğrafı, yazının tamamı burada. Kamerun elendi fakat Song için hala yazın biraz umut var. Ahmed Hassan'ın ise karşısına yine Cezayir çıktı; bakalım yarın sahara derbisini kim alacak? Hassan için bu kupa son kupası olacak muhtemelen, en azından bir finalle veda etmek isteyecektir. 



Devamı - Büyük Şefin Son Büyük Yılı

20.01.2010

Fatih Terim ve Şenol Güneş İlk 100de




Güne yine IFFHS'nin listeleri ile devam edelim. 1996-2009 arasındaki en iyi teknik direktörler listesinde de yüzümüz güldü. Fatih Terim, milli takımın başına gelmesi düşünülen Trapattoni ile birlikte 32. sırayı paylaşmış. Şenol Güneş ise Magath, Van Gaal gibi isimlerle beraber 54. sırayı tutmuş durumda.

Listede 10. sırada Frank Rijkaard; 11. sırada ise Vicente Del Bosque bulunmakta. Tıpkı kaleciler listesinde olduğu gibi, burada da 4 büyük takımdan tanıdık simalar en iyiler arasına girivermiş. (SK'nın hatırladığım kadarıyla zaten Rijkaard'ın listeye girmesi ile ilgili bir yazısı vardı o yüzden detaylarına girmiyorum bu konunun.)

Listenin ilginç yanı Şenol Güneş'e kadar gelen sıralamadan yaklaşık 10 tanesinin Türkiye'de takım çalıştırmış olması. Yani şu an dünyada dolaşan en iyi teknik direktörlerden %20'si bir dönem bizim ligimize uğramış, ya da halen aktif olarak çalışıyor.

Ligin kalitesinin sorgulandığı bu günlerde, insan soramadan edemiyor, hangisi büyük başarı, bu adamları Türkiye'ye getirmek mi, bunları Türkiye'den çıkarmak mı yoksa bu adamlara rahat rahat işlerini yapabilecekleri bir ortamı sunabilmek mi?

Listenin tamamı ise burada.
Devamı - Fatih Terim ve Şenol Güneş İlk 100de

En İyi Kaleciler Listesinde Bizim Liglerden 6 Kaleci



IFFHS adlı istatistik ve değerlendirme kuruluşunun yayınladığı En İyi Kaleciler (1987-2009) sıralamasında bizim takımlarımızda oynamış 6 kaleci birden bulunmakta.

Bunlardan en başarılısı 10. sırada bulunan Taffarel. Milli takımda kazandığı başarılar kadar, Galatasaray'da kazandığı UEFA kupasının da bunda ciddi etkisi olsa gerek.

23. sırada ise, Belçikalılar'ın efsane kalecisi Pfaff bulunmakta. Pfaff kariyerinin sonlarında, dönemin klüp başkanı Mehmet Ali Yılmaz tarafından Trabzonspor'a getirilmişti. O dönemde, takımın başında Breims'in olması da bunda önemli bir etken olmuştu. Fakat, Pfaff'ın Trabzon kariyeri pek de uzun sürmedi; bu listedekiler arasında ligde ününe göre en az etki bırakan kaleci kendisidir.

30. sırada bu sefer bir başka süper kaleci, hatta bazılarına göre Türkiye'ye gelmiş en iyi kaleci olan Oscar Cordoba bulunmakta. Cordoba'nın bu listeye girmesinde, özellikle Bianchi döneminde Boca Juniors ile kazandıkları kıtasal ve uluslararası kupaların ciddi etkisi olsa gerek.

37. sıra ise ilginçtir, iki Fenerbahçeli kaleciye evsahipliği yapıyor. Toni Schumacher kariyerinin sonlarında Fenerbahçe'ye gelse de, taraftarın gönlünde ciddi bir yer tuttu. Ben gerçi kendisini kale direğine kafasını vurup bayılması ile hatırlayacağım ve bir de "Saba, çok ii televidyon" dediği reklam ile.

Schumacher'den sonra Fenerbahçe kalesi, Rüştü'ye kadar hep caimanın tam da benimseyemediği kalecilere emanet edildi. 37. sıradaki Rüştü'yü anlatmama gerek yok, eğer oynadığı takımlar biraz daha başarılı olsaydı ya da Barcelona kariyeri başlamadan bitmeseydi, kendisini çok daha iyi yerlerde görebilirdik.

Bu listeye sığmadı fakat, 48. sırada da Brad Friedel var. Kendisi, belki de Amerikalı olduğundan bizim basın ve taraftarca hiç bir zaman el üzerinde tutulmadı. Halbuki, hiç de fena bir kaleci değildi ve açıkçası Galatasaray'dan sonraki kariyeri daha parlak geçti, bizim beğenmediğimiz bu kaleciyi İngilizler çok tuttu ve hatta Liverpool'un kalesine kadar da yükseldi. Sonrasında da, Blackburn ve Aston Villa gibi yine kalburüstü takımlarda oynadı.

75 kalecilik listede 6 adet bizim ligimizde oynamış kalecinin olması açıkçası sevindirici bir olay. En azından kalenin emin ellere teslim edildiğini düşünüyoruz. Fakat futbol olarak bizden geri olan milletlerin bile pekçok kaleci ile temsil edildiği bu listede, TC vatandaşı olarak sadece kariyerinin sonuna gelmiş Rüştü'nün olması futbolumuzun geleceği için ciddi bir soru işareti taşımakta. Umarım, Volkan, Ufuk ve diğer gençlerin kariyerleri de 2009 sonrası için yapılacak bir listeye girmelerine gerektirecek kadar parlak olur.

IFFHS Listesinin tamamı burada.

* Listede Schumacher'in altını kırmızıya boyamayı unutmuşuz, özür dileriz.
Devamı - En İyi Kaleciler Listesinde Bizim Liglerden 6 Kaleci

30.11.2009

Takım Senin Takımın mı, Klüp Senin Klübün mü?

[Aziz Patron çalışanları teftişte]

Fenerbahçe-Kasımpaşa maçının son dakikasına giriliyor: Fener'in kötü oyununu düzeltemeyeceğini anlayan Aziz Yıldırım, şeref tribününden kalkıp içeriye locaya geçiyor. Belli ki, sinirinden ağzından kaçacak sözlerin ve ifadelerin kameralar tarafından görüntülenmesini istemiyor. Yıldırım aslında doğru düşünüyor, zira maç boyunca kamera on dakikada bir şeref tribünü ve başkanı çekiyorlar. Futbolumuza girişi herhalde 10 yılı geçmeyen bir ritüel bu; maç sırasında ara-sıra ama her kritik pozisyon ve gol sonrası mutlaka başkan ve zevatına çevrilir kameralar. Öfkesi, sevinci, tüh nasıl kaçırdıkları kısacası onayı alınır başkanın. Sonuçta, AŞ MAŞ hikayedir, Türkiye'deki bütün takımlar başkanlarının takımlarıdır ve her maçta bu gerçek başkanların "kankitosu" televizyon yayıncıları tarafından gözümüze sokulur.


Futbolun endüstrileşmesinin bir sonucu diye bu durumu kesip atmak içimden gelmiyor açıkçası. Parayı bastıran düdüğü çalar mantığından hazzetmeyen birisi olarak, one-man-show başkanların yakın bir zamanda futbolu bitirme noktasına getireceğini düşünüyorum. İstedikleri kadar parayı kontrolsüzce harcıyorlar, transfer fiyatlarını uçuruyor, emeğe saygı duymuyorlar. Herşeyin ama herşeyin parayla, para olmazsa da pahalı avukatlarla çözüleceğine inanıyorlar. Bu adamlara bu sınırsız gücü kim veriyor? Tabii ki klüpler! Bazıları başkan bile olmadan, aldıkları hisselerle takımda söz sahibi oluyorlar; kalanlar da üyelere gösterişli transferler, kupalar, başarılar vaadedip başkanlık koltuğuna kuruluyorlar. Bu adamlar eleştiriyi de sevmiyorlar, istiyorlar ki taraftar gitsin; onların boşalttığı yerlere de sadece para vermekle yükümlü müşteriler gelsin. Bu adamların hiçbiri aslında futbolu sevmiyor, futbolu bırakın çoğunun sporla da çok ilgisi olduğunu söyleyemeyiz. (Golf gibi kodaman sporlarını bunun dışında tutuyorum.) Fakat futbolun vaadettiği başarıya bağımlılar çünkü bu çağda en kolay ve tartışmasız başarı ya futbolda ya da futbolu popüler kılan televizyonda. Bu adamlar da başkan olarak ikisinin de getireceği başarıları şimdiden garantiliyorlar.

[Jesus Gil - Atletico Madrid'i mahveden başkan]

Başarı derken bunu sportif başarı olarak görmemek lazım. Bu adamların istediği şey, yönetmek. Hiç yönetemeyecekleri kadar büyük kitleleri bir oyun sayesinde kontrol edebiliyorlar. Çoğu, siyasi parti kursa, günümüzün politikacılarının hemen hepsinden daha çok oy alır, hele bir de büyük klüp başkanıysa iktidara bile oynar. Bu adamlar için demokratik yöntemler de birer merdivendir, yukarıya çıkmalarını sağlayan sonrasında da ardından geleceklerin üzerine bir tekmeyle savuracağı bir merdiven... Gelir gelmez, kendisine kesin biat edecek yönetim kurulu kurulur, muhalifler klüpten atılır, gerekirse klübe kendi kasasından borç verilir ki bu borç onun iktidar teminatıdır. Eğer arada yönetimden birisiyle ters düşerse, kendi şirketinde yaptığının aynısını yapar, kıçına tekmeyi basar. Kısa süre içinde, onu başkan yapan mekanizmaların hepsi ortadan kalkmaya başlar. Takım kısa sürede kendi çiftliğine döner.

[Abramoviç giderse Chelsea'den geriye ne kalır]

Bugün bu duruma direnebilen çok az takım kaldı. Çoğu takımın başında futbolcularından daha fazla şan şöhret peşinde koşan adamlar var. Amerikalılar, İngilizler, Ruslar, Araplar, Türkler, İsrailliler, İspanyollar, İtalyanlar, İskandinavyalılar ve daha niceleri büyük klüpleri teker teker fethediyorlar. Bugün deliler gibi sevdiğin takımın, yarın tepeden gelme bir başkan sayesinde bütün geçmişi ile çelişen davranışlar içine girebilir ve sen hiç bir şey yapamazsın. Üzerinde lisanslı ürün yelpazesinden aldığın bu sezonun forması, cebinde kombine biletin, plazma tv'inde dekoderin sayesinde izlediğin maçta, futbolcular kadar başkanları da izlerken ister istemez düşünürsün: bu takım benim takımım mı, bu klüp benim klübüm mü?
Devamı - Takım Senin Takımın mı, Klüp Senin Klübün mü?

28.11.2009

Liverpool(Everton) - Trabzon Hattı


Malum Hikmat Karaman hadisesinden sonra Uğur Meleke yazmıştı,teknik adamlar sendika kursun diye.Yoksa daha önce Erhan Altın'ın hemen ardından Nurullah Sağlam'ın ve son olarakta Hikmet Karaman'ın başına gelenler,futbol piyasasında birbirinin türevi olarak yer alan diğer teknik adamların da başına gelecektir kuşkusuz.Tabii,greve giden memurları "sonuçlarına katlanırsınız" diye uyaran bir siyasi otoritenin hakim olduğu ülkemizde teknik direktörlerden de böyle bir cengaverliği beklememiz biraz hayalcilik olur doğrusu.Ancak geldiğimiz nokta,bunu yapmamızın farz olduğunu göstermektedir.Aynı zamanda bu,ülkenin henüz oluşmamış futbol bilincine de olumlu katkıda bulunmuş olacaktır.Bunu şöyle düşünelim:David Moyes 2002 yılından beri Everton'ı çalıştırıyor.Liverpool'la Trabzon şehirlerini coğrafik ve en önemlisi demografik olarak bir tutacak olursak,ayrıca bulundukları liglerdeki konumları da pek farklı olmayacaktır.İstanbul hegemonyasına kafa tutabilen bir Trabzon ve aynısını Londra ekiplerine karşı yapan Liverpool.Dolayısıyla potansiyellerinin aynı olduğunu söyleyebiliriz.Ancak aşağıda vereceğimiz örneklerle hangi şehrin takımının,hangi mekanizmalarla takımına,şehrine ve nihayetinde ülkesinin futbol bilincine katkıda bulunduğunu göreceğiz.

Şimdi David Moyes-Trabzon bağlantısnı sağlamlaştıralım.Everton'ın istikrarlı orta saha oyuncusu,isminden dolayı Türk kökenli olduğu söylentileri olsa da İbrahim Altınsay'dan sanıldığı gibi Türk kökenli değil İran asıllı olduğunu duyduğum Leon Osman 2002'yılından beri David Moyes'dan başka hiç bir hocayla çalışmadı.Ancak 2003'ten beri Trabzon A takımının oyuncusu olan kaleci Tolga Zengin ise bu süre zarfında içlerinde Vahid Halihodziç,Hugo Broos,Ersun Yanal,Şenol Güneş,Lazaroni gibi isimlerinde olduğu 9 teknik adamla çalışma şerefine erişti.Buna rağmen 6 yıllık süreç içerisinde hiç bir zaman tam olarak bir numaralı kaleci olamadı.Leon Osman ise son 5 senedir takımının değişilmezlerinden biri...

Everton son 7 senedir aynı hocaya emanet.Bu süre içinde hiç tarihe geçecek başarıları yok.Geçen sene FA CUP'da finallere kalmalarından başka.Trabzon ise son 7 senede iki kez Türkiye Kupası'nı kazanmış.İlginçtir,iki Türkiye Kupası'nın arkasında da 6 aydan uzun birliktelikler var.Samet Aybaba bir sezon aralıksız görev yaparken Ziya Doğan'da 8 ay gibi ciddi bir başarıya imza atmıştı(ilk Trabzon macerasında).Ancak Moyes 7 yıllık görevi boyunca takımına deyim yerindeyse sınıf atlattı ve bu 7 yılda 3 kez UEFA'ya bir kez de ilk dörde girerek Şampiyonlar Ligi'ne katılmaya hak kazandı.İlginç bir not daha:Everton'un 17. bitirdiği 2003-2004 sezonundan sonra Moyes görevine devam etti ve ertesi sezon Şampiyonlar Ligi Şampiyonu Liverpool'u geride bırakarak İngiltere Premier Ligi'ni 4. bitirdi.Trabzon ise geçen sezonun son haftalarında 3. sıradayken hocası Ersun Yanal'ı hedeflerini onunla gerçekleştiremeyecekleri için görevinden aldı ve bu sezon 13. hafta itibariyle liderin tam 13 puan gerisinde ve düşme hattıyla arasında sadece 8 puan fark var.Bu tablonun sene sonu değişeceği ihtimali de gerçekten zayıf görünüyor.

Liverpool ve Trabzon şehirlerinin ve İngiltere-Türkiye arası gelişmişlik düzeylerinin farklılığı,her iki şehrin profesyonel futbola başlaması arasında geçen neredeyse 100 senelik bir zaman dilimi,tüm Britanya Adası'nın,İrlanda adası'nın ve Afrika ülkelerinin,ülke içindeki göçmenlerin en büyük piyasasının İngiltere Ligi olması gibi daha arttırabileceğimiz bir sürü avantajdan ötürü İngiliz Futbolu'nun ya da İngiliz kulüplerinin Türkiye'de oynanan oyunla karşılaştırılamayacak düzeyde bir futbol oynadıklarını düşünüyorum.Fakat olası bir "ceteris paribus" durumunda da 7 senedir aynı hocayla devam eden Everton'ın geleceğinin,7 senede 9 hoca değiştiren Trabzon'unkinden daha parlak olacağını düşünmüyorum,böyle olacağına eminim.


Devamı - Liverpool(Everton) - Trabzon Hattı

18.11.2009

Elin Fransası - Fifa İstifa


Fransa - İrlanda maçında az önce inanılmaz bir skandal yaşandı. Ofsayt artı bariz elle atılan golle Fransa 1-1 beraberliği sağladı. Maç böyle biterse maçı hakeden İrlanda yerine ruhsuz Fransa Dünya Kupası'nda olacak. Gerçekten yazık.


Devamı - Elin Fransası - Fifa İstifa

6.11.2009

Üniversite Kadınlar Liginde Dehşet - Elizabeth Lambert


Vidyodaki 20 yaşindaki kadının adı Elizabeth Lambert. New Mexico Universitesi'nde iş terapisi bölümünde okuyor. Lugano'ya sert oyuncu diyenler hemen özür dilesin.

VIDEO: Watch Elizabeth Lambert, The Dirtiest Player In Women's Soccer | RadarOnline.com



Devamı - Üniversite Kadınlar Liginde Dehşet - Elizabeth Lambert

30.10.2009

Total Futbol Fetişizmi ve Alex Ferguson



Anlayan anlamayan herkes takımının "total futbol" oynamasını öngörüyor artık.Total futbol,günümüz sosyal-politik sihirli,laf edilemez ve bir o kadar da şeffaf kavramlarının futboldaki yansıması haline geldi adeta.Total futbola laf söylenilmez.Avrupa Birliği'nin "insan hakları" kapsamında bir türlü somutlaştıramadığı maddelere de...Birleşmiş Milletler dahi 1945'ten beri insan haklarının evrensel düzeyde sağlanabilmesi için tesis edilmiştir.Oysa 1945'ten sonra belki de daha önce olmadığı kadar insanlık ayıbı işlenmiştir.Uluslararası savaşlar yerini iç savaşlara,etnik çatışmalara bırakmıştır ve insan hakları deyim yerindeyse bir de BM tarafından tecavüze uğramıştır.Öyleyse,BM'in,AB'nin sorunlara çare olamadıklarını görüyoruz.Demek ki,total futbol da kendimizi her derde deva olacağına zorla inandırmak istediğimiz bir kavram,çözüm kisvesi altında sorunların çoğunun görmezden gelinmesini kolaylaştıran bir can simidi.

Öncelikle,total futbol tam olarak nedir?Hollandalıların başlattığı bir akım olduğu muhakkak.Fakat burada da bir sorun ortaya çıkıyor.Yani Marx'ın Marksist ya da Mustafa Kemal'in Kemalist olmadığını biliyoruz.Büyük ihtimalle Hollandalılar da total futbol aşığı değillerdi.Tamam ilk defa onlar futboldaki-özellikle orta alandaki- mevkii kavramını flulaştırarak bugün oynanan futbolun temelini attılar.Gene de,Cruyff olmasaydı,sistem bu kadar başarılı işlemeyebilirdi.Hollandalıların total futbol anlayışı üzerine daha fazla konuşulabilir tabii ki ama genel hatlarıyla topun sürekli oyunun içinde kalmasını,paslaşmayı,takım oyununu kutsayan ve taktiksel dizilişlere pek önem vermeyen bir sistem olduğunu söyleyebiliriz.Bu noktada total futbolu sorgulayabileceğimiz bir kaç önemli sorun ortaya çıkıyor.Birincisi,eğer sanıldığı üzere taktiksel dizilişlerin,oyuncunun saha içindeki yerinin pek bir önemi yoksa,Mustafa Denizli total futbol aşığı bir hoca olarak gösterilebilir.Çünkü saha içi dizilişlerinde Şampiyonlar Ligi'ni bile yanıltabiliyor.Kimin nerede oynadığı,tam olarak ne yaptığı belli olmuyor çoğu zaman.Hemen burada ikinci sorunun sorulması gerekiyor:Madem total futbol sistemi değil oyunu kutsuyor,o zaman son yıllarda total futbol fetişizmiyle birlikte ortaya çıkan 4-3-3 fetişizmine ne demeli?Günümüzde total futbol oynamanın tek yolu takımına 4-3-3 oynatmaktan geçiyor adeta.Hemen burada bir soruyla daha zihnimizi iyice bulandıralım:Alex Ferguson'un Manchester'ı total futbol mu oynuyor?Sorunun cevabı evetse,Ferguson'un -tüm dünyada bir bildirge yayımlanmışçasına-uygulamaya konulan 4-3-3 bağımlısı olmadığını aksine klasik diye tabir edebileceğimiz 4-4-2 sistemini benimsediğini fakat buna rağmen her an oyunun içinde kalabilen,deyim yerindeyse "birlikte gidip birlikte dönebilen" bir takım yapısına sahip olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmalıyız.Eğer yanıtınız hayırsa,Alex Ferguson'un total futbolist olmadığı halde,total futbolun öngördüğü kompakt bir yapıya sahip,sürekli oyunun içinde kalan,hız ve güce doğrudan bağlı,sağlı-sollu palaşmalara önem veren,kanat organizasyonları dahil çok alternatifli hücum organizasyonlarına sahip bir takım yaratmış olmasını nasıl yorumlayacağız?Üstelik bunu Rooney dışında bir dünya yıldızları olmadan yapıyorlar.Yani Ferguson bir bakış açısına göre total futbola bir ideoloji keskinliğinde bağlı olabilirken,bir diğer bakış açısına göre de çağa ayak uyduramamış bir "dinazor" gibi görülebiliyor.Mesele,total futbol dahil hiç bir kavramı tabulaştırmamakta.

Devamı - Total Futbol Fetişizmi ve Alex Ferguson

2.10.2009

2016'da Rio'ya!!!


Gunun surprizi Sikago'nun elenmesi oldu. Zaten Sikago gittikten sonra Rio'nun kazanmasi kimseyi sasirtmamistir. Guney'in giderek yukselen yildizi Brezilya gecen sene Cin'in yaptigi gibi bir guc gosterisi yapacaktir 2016'da. Ama tabi daha insancil, daha sicak, daha samimi, ve daha guzel....

Devamı - 2016'da Rio'ya!!!

1.10.2009

Liverpool'a Arabistan'dan Talip Var


Liverpool, 250 milyon pound'u bulan borçlarını azaltmak ve Stanley Park'da yapacağı yeni stadyum için finansman bulmak amacıyla bir süredir kendine cepleri derin hissedarlar arıyordu. Britanya futbolunun yeni para babaları olan Arap taifesinden Faysal bin Fahad El Suud, takımın hisselerinin %50'sini almak için 350 milyon poundluk bir teklifte bulundu. Eğer teklifi kabul edilirse, Liverpool Amerikalı patronlarının kontrolünden çıkıp, Prensin kontrolüne geçecek. Portsmouth, City, Notts Co derken İngiltere'deki klüplerde Arap Sermayesi'nin ağırlığı gittikçe artıyor. İngiltere futbolu, yabancı sermaye çekme konusunda açık ara en başarılı ülke. Her ne kadar Premier Lig'deki satın almalar, bizim basınımıza ulaşsa da, İngiltere'nin en alt liglerindeki takımlar, en ünlü takımlarına kadar pek çok takımın sahibi artık yabancı. Kuzey ülkeleri, Norveç ve İzlanda, daha çok alt liglerle ilgileniyorlar. Araplar da alt lig takımlarıyla başlamışlardı, sonrasında ligi ve piyasayı öğrendiler ve büyük oynamaya başladılar. Araplara, Fulham'ın sahibi Mısır kökenli Britanya vatandaşı Muhammed el Fayed'in de ilham kaynağı olduğunu söyleyebiliriz; kendisi üst düzey ligde takım sahibi olan ilk müslüman işadamıydı. Rusların, İngiltere çıkartması görkemli başladı, sönük devam ediyor. Chelsea, hala Abromoviç'in ellerinde olsa da, transfer şampiyonluğunu Real Madrid'e kaptırmış durumda.

Amerikalılar ise, geç geldiler ama güçlü geldiler. Kendi ülkelerinden alıştıkları ciroları bulabilecekleri büyük klüplere yatırımlarını yoğunlaştırdılar. United ve Liverpool bunun güzide iki örneği. Futbol, bizim için büyük paraların konuşulduğu bir spor dalı gibi görünse de, Amerikalılar için ortalama cirolara sahip bir spor alanı. NBA, NFL takımlarının bütçeleri ile Premier Lig ekiplerinin çoğunun bütçelerini katlar nitelikte.

Taylandlı, Nijeryalı, Özbek yatırımcılar da klüplerin kapılarını sık sık çalıyor. Diğer ülkelerdeki liglere göre takımların sahiplerinin çok daha uluslararası nitelikler taşıması, İngiltere Liglerinin, global tanınırlık ve takip edilirlik anlamında diğer ülkelerin bir adım önünde olduğunu ve uzun bir süre de öyle kalacağını gösteriyor. Real Madrid, aslında yıllar önce kaybettiği futbolun efendiliği tahtını elde etmek için trajik transfer hamleleri yapsa da, futbolun yeni ekonomisinde oyuncular sadece eldeki onlarca parametreden biri, Madrid'in hamleleri kıtasal başarıyı getirse de, İngiltere klüpleri perspektifi daha da genişletmiş durumdalar. Onlar için, hala bakir sayılan Asya ve Amerika pazarları yeni olanaklar sunuyor. İngiltere dışında bunun farkına varan takımlardan biri de Barcelona. Dünyanın en iyi futbol oynayan takımı oldukları tescillenince, Amerika'nın yolunu tuttular, pek çok şehirde hazırlık maçları yapıp, çeşitli aktivitelere katıldılar. Avrupa futboluna kanalize olmuş bizler için bu tarz çalışmaların bir anlamı olmayabilir, fakat dünyanın endüstriyel futbola nispeten uzak coğrafyaları ve kültürleri için Avrupa futbolunu kimin tanıtacağının kavgasını vermek aslında, kimin dünyanın ilk global futbol klübü olacağının kavgasını vermekle eş anlamlı. Bu mücadelede, İspanyollar futbol tarihinden gelen güçlerine, İngilizler ise arkalarına aldıkları küresel sermayeye güveniyorlar. İtalyanlar bu yarışın içinde değiller, Almanlar ve Fransızlar ise bunun farkına geç varmanın sıkıntılarını yaşıyorlar. G18 tartışmaları yaşanırken, herkes bu hareketin UEFA'ya meydan okuma olduğunu düşünmüştü. Fakat gelişen şartlar gösteriyor ki, G18 için UEFA hiç de önemli bir rakip değil, asıl hedef FİFA'nın gücüne denk bir güç elde etmek, bunu da sağlamanın tek yolu tanınırlık.

Gelecek yıllar bize güzel sürprizler hazırlayacak gibi gözüküyor. Küresel ligler, dünya klüpler şampiyonası gibi turnuvalar artık imkansız değil, hatta gayet de olası...






Devamı - Liverpool'a Arabistan'dan Talip Var

9.08.2009

Bir Boca Rüyası


Linz sokaklarinda romantik bir gezi yaparken, ellerinde siyah-beyaz flamalariyla stada kosturan bir grup kendini bilir LASK taraftarini takip etmek; aylardir yesil saha gormemis bir futbolsever olarak ac kurt gibi futbol kokusunun pesinden gidip, yalnizca 3 tarafi tribunlerle kapli bir stada ulasmak; ve uzerine Juan Roman Riquelme’li, Martin Palermo’lu, Sebastian Battaglia’li Boca Juniors’i izleme sansini elde edebilmek icin, Determination, Anticipation ve Work Rate’imin 20, ayriyeten Decisions ve Positioning’imin en asagi 18 olmasi gerektigini dusunurdum (eh aslinda bu senaryo tam anlamiyla pek de aklimdan gecmemisti). Ancak hayat bu iste, Football Manager disinda ancak TV ekranlarindan gece 3’te izleyebildigim bir takimi 20 metre yakindan gormek bir fanteziden daha da ileri gidebiliyormus. (Ah bir de evsahibi takim mesela bir Kennedy Bakircioglu’lu Hammarby veya Peter Prospar’li Ansar olsaydi… Kardesim de git bir cay koy derler adama)

Acikcasi pek bir hazirliksiz yakalandigim, ve stada gec girdigim icin macta ne fotograf cekebilme sansim oldu, ne de Boca’li oyuncularin sirtinda isim yazmadigindan oturu 4-5 tanidik sima disinda tek tek takip edebildim. Ancak gozume takilan birkac noktayi aktarmam gerekirse…

1- Her ne kadar teknik beceri acisindan her zaman Top 5’e koyacagim bir usta olan Riquelme’nin Avrupa futbolunda bir neden bir Kaka ya da Messi gibi tutunamadigi, ciplak gozle izleyince daha rahat anlasiliyor. Toplu oyunda izlemesi ne kadar keyif verse, estetik calimlar atip, yerinde paslar verse de de genel resimde bir 80’ler 10 numarasindan ileri gidemiyor.

2 – Bir macta 3 penalti kacirma gibi bir rekora sahip olan baska bir usta ayak Palermo’nun ilerleyen yasina ragmen hala cok klas bir 9 numara olmasi... Haldun Ustunel, bir Arjantin cikarmasi ile Nonda’nin yerine Palermo’yu takima kazandirsa mesela nasil olurdu?

3- Klasik bir Guney Amerika futbolu oynayan Boca Juniors’un, hucumda oyuncularin teknik kapasitesiyle dogru orantili olarak guzel varyasyonlar yapmasina ragmen savunma anlaminda hic isirgan olamamasi, ve zayif rakibine bile pozisyonlar vermesi.

4- 2008’de yilin Paraguay’li futbolcusu secilen Claudio Morel Rodriguez’in, klasik bir wing-back olarak solbekte cok basarili bir oyun cikarmasi.

5 – Son olarak ise, genelde hic ilgimi cekmeyen bir lige sahip olan Avusturya’da taraftarlarin futbolla ne kadar ilgilendiklerini gormem acisindan da faydali bir deney oldu diyebilirim. Keza yaklasik 13-14 bin kisilik stada Boca Juniors’u izlemeye gelen LASK taraftar sayisi sadece 5500 idi. Taraftar kendisini Rapid Wien macina sakliyor sanirim.

Fotografta, man of the match olmayi basaran 21 yasindaki kaleci Michael Zaglmair’in Martin Palermo ile karsi karsiya kalip cikardigi inanilmaz bir top goruluyor. Kurtardigi onlarca pozisyona ragmen Battaglia’nin ilk yari sonundaki harika sutunu cikarmayi basaramadi ve mac 1-0 Boca lehine sonuclandi. Boylece koyu bir LASK taraftari olan kiz arkadasimin ’en asagi 7 yeriz’ kehanetini engellemis oldu bu hot prospect for the future kardesimiz.

10 katli pastanin icinden cikan surpriz dansoz, ya da birkac gunluk yasanip tozlu raflara kaldirilacak bir yaz aski yasamak gibiydi Boca 11’ini canli gormek. Ne diyelim artik, bir dahaki sefere hepimiz icin La Bombonera’ya olsun kismet.
Devamı - Bir Boca Rüyası

23.07.2009

Israil Filistin Duvar Ustu Maci Gercek Oldu

Israilli cep telefonu firmasi Cellcom'un yeni reklami bircok yerde gosterildi ve genelde hem Israil hem de Filistin tarafindan olumsuz elestiriler aldi. Bu reklamin olabilitesini test etmeye calisan bir gurup Filistinlinin basina gelenler ise oldukca ilginc. Once izlemeyenler icin reklamin gercegi


Reklamda ozellikle Filistinlilerin hic gozukmemesi ve sanki gizemli uzayli yaratiklar gibi gosterilmesi oldukca tepki almisti. Gecenlerde bir gurup 'gorunen' Filistinli, reklami gercek hayata gecirmek icin dikenli tellerin arkasindan Israilli askerlere futbol toplari gonderdiler. Geriye aldiklari tek sey ise gaz bombalari oldu.


Haber icin Emo'ya tesekkurler.
Devamı - Israil Filistin Duvar Ustu Maci Gercek Oldu

8.07.2009

Guney Afrika'da Stadyum Iscileri Grevde- 2010 Tehlikede


Guney Afrika'nin 2010 Dunya Kupasina nasil bir evsahipligi yapacagi cok konusuldu. Fakat su anda sorulan soru: 'turnuva gercekten Guney Afrika'da oyananabilecek mi?' BBC'nin haberine gore Guney Afrika'yi 2010 Dunya Kupasi'na yetistirmek icin calisan 70.000 isci greve girdi. Sendikalar eger isci maaslarinda yuzde 13'luk bir artis olmazsa ise kesinlikle devam etmeyeceklerini soyluyorlar. Bu da buyuk ihtimalle 2010 Guney Afrika'nin sonunu getirecek. Organizatorler her ne kadar stadlarin yetisecegini soylese de, grevin birkac ay surmesi durumunda Dunya Kupasi'nin gelecegi gercekten tehlikeye girecek. Bu gidisle stadyumlar disinda turnuvanin baslamasina 2 hafta kala bitecegi planlanan ve havaalanini Johannesburg'a baglayan rayli sistemin insasi da zora girecek. Guney Afrika yargisi simdilik iscilerin yaninda gozukuyor, cunku bu Pazartesi bir mahkeme grevin yasalligini sorgulayan bir davayi gormeyi reddetmis. Stadyum yapiminda calisan isciler ayda 310 dolar gibi bir ucretle calisiyorlar.


Guney Afrika'nin 2010'a evsahipligi yapamamasi dunya futboluna cok sey kaybettirecektir, bu yuzden umarim en kisa zamanda bu sorun cozulur. Fakat iscilerin hakli isteklerine de saygi duymak lazim. Sonucta bu stadyum islerinde buyuk rantlar donuyor, ve genelde en agir isi yapmak zorunda kalan isciler asgari ucretle calisiyolar. Eminim iscilerin kendileri de turnuvanin iptal olmasini istemiyorlardir ama haklarini aramak konusunda kimse onlari suclayamaz. Vuvuzela filan gibi detaylara takilip Guney Afrika 2010 organizasyonunun genel sorunlarini kacirmayalim.
Devamı - Guney Afrika'da Stadyum Iscileri Grevde- 2010 Tehlikede

3.07.2009

CONCACAF Basliyor Honduras'ta Puruz Yok


Kuzey Amerika, Orta Amerika ve Karayipleri kapsayan CONCACAF Golden Cup 2009 bugun basliyor. Turnuva Amerika Birlesik Devletleri'nin 13 buyuk sehrinde oynanacak. Boston'da ABD- Haiti ve Honduras- Grenada maclari var ama gunleri malesef bana uymuyor. Yoksa ABD'nin sayisiz Afro-Latino azinliklariyla beraber keyifli bir haftasonu olurdu. Final maci 26 temmuzda New York'ta Giants Stadyumunda. New York'da yasayan okurlarimiz kacirmasinlar.

Turnuva oncesinde en cok merak edilen konu, taze darbe magduru Honduras'in turnuvaya katilip katilmayacagiydi. Haberlerde okudugumuz gibi, Honduras'ta gectigimiz hafta vuku bulan darbe dunya capinda pek bir destek bulamadi. Hatta bir cok ulke temsilciliklerini Honduras'in baskenti Tegucigalpa'dan geri cekti. Honduras halki dogal olarak cok zor gunler yasiyor ve bu moral bozuklugunun futbol takimina da yansimamasi cok zor. Gecenlerde Honduras Futbol Federasyonu baskani takimin butun zorluklara ragmen turnuvaya katilacagini acikladi. Honduras ilk macini yarin Haiti'yle oynayacak. Turnuva'nin sonucu ne olursa olsun Hondurasli futbolcular ulkelerine donunce Baskan Manuel Zelaya'yi tekrar gorevinin basinda bulabilirler.
Devamı - CONCACAF Basliyor Honduras'ta Puruz Yok

1.07.2009

En Komik Futbol Lakaplari


Goal.com futbolla ilgili en komik lakaplari listelemis. Listedeki en ilginc isim ise Fenerbahce'nin efsane kalecisi Yasar Duran.
1)Adriano Galliani – Fester Amca (Adams ailesindeki karaktere olan benzerligi yuzunden)
2)Tony Adams – Esek (Kaba futbolu yuzunden)
3)Yasar Duran - Kova (8-0'lik Ingiltere maglubiyetinden sonra)



4)Antonio Cassano – Peter Pan (Cocuksu karakteri yuzunden)
5)Naohiro Takahara – Sushi Bombacisi (bunu aciklamaya pek gerek yok herhalde)
6)Pele - Ugursuz (tutmayan kahanetleri yuzunden)
7)Peter Beardsley – Quasimodo (kambur durmasi yuzunden ama biraz agir kacmis bence)
8)Davie Dodds – Fil Adam (ben olsam futbolu birakirdim bu lafin uzerine)



9)Nicolas Anelka – Inanilmaz somurtuk (boyle bir kelime var mi bilmiyorum ama Anelka'ya cuk oturmus)
10)Arjen Robben - Cam Adam (Gokhan Zan sendromunun uluslararasi temsilcisi)

Baska bildigi olan?
Devamı - En Komik Futbol Lakaplari

30.06.2009

Worldwide Soccer Manager 2009?


Blog olarak yillardir Championship Manager'i ve onun turevi Football Manager'i tutkuyla oynariz. Ben sahsen kendimi bu zararli aliskanliktan 3-4 sene once kurtardim, ama biliyorum ki aramizda FM'yi hayatindan tamamen cikaramayanlar var. Bunun farkina gecen gun Volkan'dan gelen mesajla vardim: "Yaw adamlarin oyununu yillardir oynuyoruz bari orijinalini alalim. Gelirken bana FM 2009'u getirir misin?" O anda klavyenin karsisinda gozlerim yasardi, elimi agzima goturup icimden cikan hickirigi zor durdurdum. Evet buyumustuk. Beni sasirtan sey sirf Volkan'in bu istegi degil, benim de bu istegi normal karsilamamdi. Emege saygida tabi kusur etmezdik hic ama sonucta ogrenci adamin orijinal oyunla ne isi olurdu. Fakat, iste bir donem de boyle kapanmis oldu. Aldim orijinali. Bir de soz aldim Volkan'dan, Istanbul'a donunce siftahini beraber yapmak icin.
Bu arada yukaridaki konuyla alakasi olmayan bir soku da oyunu satin alirken yasadim. Amerika'da Amazon'a girip 'Football Manager 2009' yazinca insanin karsisina pek bir sey cikmiyormus onu farkettim. Sonra altlardaki baglantilardan birinde 'Worldwide Soccer Manager 2009' gorunce once bi guldum. Ne sacma oyun ismiymis diye. Fakat bir daha dikkatli bakinca anladim ki uzerindeki resim FM ile ayni. Su dakikada tahmin ettiginiz gibi WSM 2009, FM'nin Amerika versiyonuymus. Neyse Volkan'a Amerika'dan taze, en orijinal oyunu getiriyorum. Arsivlik bir eser. Uc yildir Amerika'da yasiyorum, futbol yerine 'soccer' denmesine alistim. Fakat niye 'Worldwide'? Yoksa Amerikalilar 'soccer' sadece Amerika'da oynaniyor zannetmesin diye mi? Bilen varsa lutfen anlatsin.
Devamı - Worldwide Soccer Manager 2009?