6.05.2010

Son İngiliz Takımı Fulham - Bölüm 1 / Patronun Hikayesi


İngiliz futbolu dendiğinde aklımıza ne geliyor? Klasik kesim bir ada futbolu için uzun paslar, kanat bindirmeleri ve ceza sahasına yüksekten ve çizgiden inen ortalar lazım. 4-4-2'nin adeta tabu haline geldiği bu futbol tarzının bizim pek de konuşmadığımız bambaşka bir yönü var. İngilizler sadece modern futbolu icat etmekle kalmadılar, takım ruhunu da herkesten önce yakaladılar. Günümüzde disiplin kelimesi aklımıza Almanları getirse de, İngiliz futbolu aslında kıtadaki bütün rakiplerinden daha sert bir ast-üst ilişkisine ve asker disiplinine sahip bir futbol ekolüdür. Britanya'da futbolcular askerdir ve tek bir generalin emri altındadırlar: teknik direktörün. O yüzden futbol uluslararası yıldızlar yetiştirme çağına girdiğinde, nasıl İtalyan ve İspanyollar büyük futbolcu yetiştirdiyse İngilizler de önce büyük teknik direktör yetiştirdiler. Kıtada, Puskaş, Di Stefano, Sivori gibi yıldızlar varken, Britanya'da Jock Stein ve Bill Shankly gibi gerektiğinde sert, gerektiğinde babacan ama her zaman mutlak patron olan teknik direktörler yıldız mertebesine yükseldiler. Taraftarlar onların adına pankartlar açıp, zafer şarkıları söylerken Britanya futbolu da zaten ilk başarılarını bu generallerin emrindeki asker-futbolcularla kazandı.

Bölüm 1: Lizbon'un Aslanlarından Heysel Kapılarına

1967'nin "Lizbon Aslanları" hakkında çok şey yazılıp çizildi. Tamamı Glasgow ve çevresinde doğup büyümüş İskoç ve İrlandalı oyunculardan oluşan Celtic takımı, Lizbon'da Helenio Herrera'nın yıldızlarla dolu İnter takımını yendiğinde sanılanın aksine İngiliz futbolunda aslında hiç bir şey değişmedi. Bu tarihi başarı Britanyalıların takım oyununa ve  "tek yıldız vardır o da menejerdir" düsturuna daha da bağlanmasını sağladı. Zaten Lizbon Aslanları hala Jock Stein'in takımı olarak bilinir ve oyuncularının hiç biri uluslararası bir üne ulaşmamıştır. Tıpkı Shankly'nin takımını hatırlamamız ama o dönemden aklımıza doğru düzgün bir Liverpool oyuncusunun gelmemesi gibi...


Britanyalılar'ın niye böyle bir yol izledikleri ile ilgili çeşitli teoriler var. Benimkisi son derece basit bir yaklaşım: İngiltere kısa süren Cromwell dönemi dışında Viking istilasından beridir monarşi ile yönetiliyor ve bununla ilgili pek de sıkıntıları yok. Zor zamanlarda liderlerinin arkasında toplanılması ve birlik halinde hareket edilmesi gerektiğine dair derin bir inanç, kültürlerinin içine işlemiş durumda. Buna yüzyıllardır devam eden aristokrasiyi de ekleyince aslında karşımıza çıkan tablo, herkesin çocukluktan beri nerde nasıl davranması gerektiği adeta genlerine işlemiş, yerine göre hem yönetmeyi hem de yönetilmeyi çok iyi bilen bir toplum... Böyle bir toplumun sporu olan futbolda da, kralların yerini teknik direktörlerin (menejerlerin) alması kadar doğal bir şey yok.

Teknik direktörün mutlak hakimiyeti ve başarıdan sık sık rol çalmasına rağmen, İngilizler de Stanley Matthews'den beridir pek çok yıldız yetiştirdiler. Bu oyuncuların pek çoğu kıta takımlarına transfer oldu, oralarda da başarılara imza attılar. Fakat İngilizler ne kadar kıtasal mücadelenin içinde olsalar da, futbolları ve futbola bakışları hep kendilerine has oldu. Bu derin fark yüzünden de, başarılı örneklerin yanısıra pek çok üstün yetenekli futbolcu ve strateji dehası teknik direktör kıta takımlarında beklenenin çok altında performans gösterdiler.  Fark o kadar derinlere işlemişti ki, İngiliz taraftarlar ve taraftarlık kültürleri bile kıta Avrupası'nda uzaylı gibi karşılanıyordu. Bunun en acı örneği 1985'te Heysel'de yaşananlardır; İngiliz Holiganlar her maç öncesi yaptıkları koşma hareketiyle -aptalca bir fikir olmasına rağmen- Juventus taraftarlarına gözdağı vermek istediler, İtalyanlar üzerlerine koşan İngilizler'in onları döveceğini düşündüler. Aralarında pek çok kadın ve çocuğun olduğu Juventus taraftarları panik halinde çıkışlara kaçıştılar ve o arbede esnasında onlarca kişi ezildi ve hayatını kaybetti. Bu olay sonrası İngiliz takımları 5 yıl (Liverpool 8 yıl) Avrupa kupalarından men edildi. Heysel bu açıdan bakıldığında, farklı kültürlerin etkileşimlerinin bazen ne kadar ölümcül sonuçlar doğurabileceğine dair acı bir örnektir. 


Heysel faciası ve sonrasında yaşananlar aslında İngiliz Futbol Rönesansının miladı sayılabilir. Bu olay sonrası İngiliz taraftarlık kültürü baştan ele alındı. 1985 cezasına kadar Avrupa'da fırtınalar estiren İngiliz takımları bir anda oda hapsi ile cezalandırılmışlardı. Bunun futbolun kendisine de ciddi etkileri oldu. Waddle, Hoddle, Allen, Lineker ve Hughes gibi yıldızlar (sonradan buna Gascoigne da eklendi) Avrupa kupalarında oynamak için İtalya, İspanya ve Fransa liglerine gittiler. Zaten yabancıların fazla tutunamadığı ağırlıklı olarak Adalı yıldızlara sahip İngiltere ligi, bir de Adalı yıldızların en iyilerini kaybedince futbolda tepetaklak bir iniş yaşadı.

Bölüm 2: The British Empire Strikes Back!

Bu tepetaklak inişi sona erdiren ve hayata dönüşü sağlayan iki önemli olay da futbol sahası dışında yaşandı. 1992'de Birinci Lig, Federasyon'dan özerklik kazanıp Premiyer Lig adı altında bir şirkete dönüştü. Amaç, bütün Premiyer Lig takımlarının gelirlerini arttırıp, İngiliz futbolunu ayağa kaldırmaktı. En önemli gelir ise, o zamanlar potansiyeli tam kavranmamış bir kaynaktan geldi: şifreli kanallardaki maç yayınları. 1992'de yapılanma henüz tamamlandığında, Premiyer Lig yöneticilerinin yaptığı ilk iş canlı yayın ihalesi açmak oldu. İki ciddi aday yarıştı: ITV 40 milyon pound tutarında bir teklif verirken, BSkyB tam 300 milyon poundluk bir teklif ile maçları paralı kanalda yayınlamayı taahhüt etti. Döneminin en pahalı canlı yayın ihalesini gerçekleştirmeyi başaran İngilizler için de Premiyer Lig efsanesi bu ihale ile başlamış oldu.


Hikayenin bu bölümden sonrası futbolu özellikle de Britanya Futbolu'nu takip edenler için son derece tanıdık. Premiyer Lig önce diğer rakibi olan İskoç Ligi ve Old Firm'ü solladı, Ada içindeki liderliğini tartışılmaz bir hale getirdi. Sonrasında, dönemin en pahalı ligi olan Serie A başta olmak üzere Avrupa'dan futbolcu ithaline başladılar. Buna ikinci dalgada, İngiliz futbolunu benimsemiş oyuncu-antrenörler (Vialli gibi) ve yabancı teknik direktörler (Wenger gibi) eklenince, daha 10 sene öncesinde yabancı oyuncunun İrlandalı olmak anlamına geldiği İngiliz ligleri, paraya ve yabancıya boğuldu.

Yabancılar sadece futbolun seyir zevkini değiştirmediler. Oyunun yapısını, taktikleri ve saha dışını da değiştirdiler. Artık kaprisli ama son derece yetenekli Avrupalı ve Latin yıldızlarla çalışan teknik direktörler yavaş yavaş generallikten yöneticiliğe kendilerini devşirdiler. Klasik Ada futboluna alternatif İtalyan ve Fransız tarzı oyunlar ve bunların karmaları ortaya çıktı. Kıtanın sıkı idman programı da Britanya Futbolu'nun göbeğine yerleşti. 70'ler ve 80'lerde alkole ciddi yetenekler kurban veren İngiliz futbolu, yabancı hoca ve kondisyonerlerin yardımıyla profesyonel futboldaki alkol bağımlılığını asgari seviyeye indirdi. Bunun en kayda değer örneği kuşkusuz Arsenal'in kaptanı ve bayrak adamı Tony Adams'tır. Wenger gelmeden önce alkol yüzünden kariyeri  bitme noktasına gelen Adams, Wenger'in desteği ile kendini toparlamış ve üst düzey futbolunu 35-36 yaşlarına kadar sürdürebilmiştir. İngiliz oyuncular güçlendikçe ve yabancı oyuncularla rekabetleri arttıkça futbolun kalitesi kısa sürede müthiş bir sıçrama gösterdi.


Bu gelişimin baştacı herhalde 1999 Şampiyonlar Ligi finalidir. Son dakika golüyle Bayern Münih'i yıkan Manchester United, bu başarısıyla Heysel sonrası İngiltere adına ilk büyük kupayı kazanmakla kalmıyor, Premiyer Lig'de gösterdiği başarıyı kıtasal düzeye de taşıyordu. 1999'dan sonra İngilizler iki kere daha bu kupayı kazandılar. Manchester United'ın başını çektiği mücadeleye zamanla Arsenal, Liverpool ve Chelsea de katıldı. Rekabet ve kazanılan para diğer liglere o kadar fark attı ki, pek çok yıldız oyuncu İtalya ya da İspanya'da iyi bir takımda oynamak yerine, sırf Premiyer Lig'de oynamak için Bolton, Middlesborough gibi takımların yolunu tuttu. İngiliz takımlarının çoğunun hisselere sahip şirketler olması, yurtdışından ciddi yatırımcıları çekti. 3. lige kadar her ligde, neredeyse her takımı başka bir ülkenin işadamı aldı. Stadyumlar yenilendi, stad ve stad dışı gelirlerde, lisanslı ürün satışlarında patlama yaşandı. Her şey İngiliz Futbolu için güzel gidiyordu ve eğer ekonomistlerin tahmini doğruysa, İngiliz Ligi daha önce hiç bir ligin başaramadığı şekilde Avrupa futbolunu domine edecekti gelecek yıllar içinde.

Fakat ekonomik tabirle "Boom" diye adlandırılan bu lale devri düşünüldüğü kadar uzun sürmedi. Bir adamın İngiltere'ye gelişi ile bütün dengeler değişti...

Bundan sonrasını ve Fulham'ın nasıl bir ortamda başarıya koştuğunu yazının ikinci bölümünde anlatalım...

1 yorum:

Kieran dedi ki...

il gördüğümden beri aklımdaydım ama ancak okuma şansım oldu...tabii ki çok iyi olmuş.devamını merakla bekliyorum.

farklı kültürlerin karşılaşmasının doğurduğu sonuçlar da çok ilginç olmuş...