Ocak ayı geldi, artık safları belirlemenin zamanı. Birkaç haftaya kadar kongrede oy kullanacağım ve Beşiktaş A.Ş.'nin yeni yönetim kurulunun seçilmesinde bir oyluk da olsa bir etkim olacak. Pek çok renktaş ve klüp üyesi tanıdığım için ortada verilecek bir karar yok, slogan belli "Let's kick Demirören out of football!". Slogan zekice bir şekilde meşhur bir slogandan apartılmış fakat, temelde şu soru hala zihnimde dalgalanıyor: niçin oy vereceğim, Demiröreni seçtirmemek için mi, yoksa inandığım birini başkan yapmak için mi?
İşin aslı, Beşiktaş'ın şu an ertelenmiş bir fetret devrini yaşaması. On yıllarca süren Seba dönemi, içinde benim de bulunduğum pek çok Beşiktaşlı için sabit ama istikrarlı bir dönemi temsil ediyor. Klübün Seba öncesinde özellikle 79-82 arasında yaşadığı derin mali ve yönetimsel krizler düşünüldüğünde Seba dönemi ve getirdiği başarılar klübü tarihinin altın çağına taşıdı. Fakat bu "altın çağın" uzaması beraberinde sonraki dönemlere ertelenmiş sorunların sayısının artmasına, çaplarının büyümesine sebep oldu. Seba görevi bırakınca, yerine gelen yönetim de dünya futbolunda ciddi tartışmalarla geçen süreçte alınan kararları bir çırpıda almaya başladı. Özellikle şirketleşme süreci, herhangi bir tartışma yaratılmadan hemen kabul edildi. İngiltere başta olmak üzere diğer ülkelerde son derece sancılı geçen bu duruma, Türkiye'de çok hızlı ve sancısız geçildi. "Sancısız" geçilen bu süreç de ilerleyen dönemde kendi problemlerini doğurdu.
Demirören devri aslında klübün yaşadığı kimliksel bunalımın en açık kanıtıdır. Beşiktaş, semt takımından hallice, mazbut ama başarılı, ailenin renksiz kokusuz fakat çalışkan, azimli üyesi iken, artık başarı için şık giyinmenin, pahalı yaşamanın gerektiği bir dünyaya zorla da olsa adımını attı. Serdar Bilgili, Bernard Shaw'ın kitabındaki karakter gibi*, bu potansiyeli olan gençten, salona girince gözleri kamaştıracak bir beyefendi yaratmak istedi, kısmen başarılı da oldu fakat klübün ve ülkenin şartları düşünüldüğünde ortaya çıkan genç bütün göz alıcılığına rağmen, geldiği çevreden kopmuş, lükse alışmış, yeteneklerinden çok tüketmenin erdemlerine biat etmiş bir hale büründü.
İşte tam bu noktada, klübün üyelerinin yapması gereken seçim kişilerden çok geleceği belirleyecek politikalar üzerine olmalıdır. Meseleyi Fenerbahçe ile şampiyonluk yarıştırmaktan, Galatasaray ile Avrupa'da mücadele etmekten öte bir noktaya taşıyıp, aslında şu temel sorunla yüzleşmek gerekiyor: büyüklerin iyice büyüdüğü, küçüklerin ise yokolmamak için kabuklarına çekildiği bu dönemde, ligine göre büyük, kıtasına göre küçük klüplerin sürdürülebilir bir büyüme için ne yapması lazım? Şüphesiz bu sorunun cevabı ne Mehmet Topuz transferinde, ne de Fulya projesinde saklı. Ve ne yazık ki, iki aday da bu sorunla yüzleşmekten o kadar uzaklar ki...
O yüzden sormadan edemiyorum; yeni gelecek yöneticiler şunları yapmayacaklarının garantisini verebilir mi?
* Klüp darboğaza girdiğinde kendi ceplerinden klübe para vermeyeceklerinin,
* Basının, taraftarın ve piyasa şartlarının gazlamasıyla ederi ödediklerinin üçte biri bile etmeyecek futbolculara sırf namımız yürüsün diye para saçmayacaklarının,
* Asla çalışmayacakları isimlerden zorda kalınca medet ummayacaklarının
* Klübün ekonomik sürdürülebilirliğinin günlük başarıdan daha önemli olduğunu yürekle ve açıklıkla savunacaklarının
* "Yıldız alan değil yetiştiren olmalıyız" sözünden seçildiklerinin ertesindeki ilk transfer sezonunda vazgeçmeyeceklerinin,
* Amatör branşların en az profesyoneller kadar önemli olduğunu, gerekirse futbol gibi karlı alanlardan buralara ciddi paralar yatırılacağının,
* Sırf 3. büyüğüz diye, her alanda Fener-Cimbom ne yaparsa eldeki imkanlara bakılmaksızın aynısını yapmaktan vazgeçileceğinin,
* Sırf kota doldurmak için 8 vasat yabancı alıp, satamayınca da eldeki kadroyu şişirmek yerine, az ama kaliteli yabancı oyuncularla yola devam edileceğinin,
* Beşiktaş'ı bilen ve uluslararası ilişkileri güçlü olan takım ile yönetim arasındaki boşluğu kapatacak ve "kalıcı" olacak bir futbol yönetim mekanizmasının bir daha bertaraf edilemeyecek şekilde kurulmasının,
* Yönetim ve başkanlık anlayışının tek adamlık değil, çoğulculuk üzerine olacağının,
* Taraftar gruplarına bedava bilet dağıtmak yerine, özürlüler, çocuklar ve kadınlara pozitif ayrımcılık uygulayacak şekilde maç günleri mabedimizin toplumun bütün kesimlerine açılacağının garantisini vermeden açıkçası Yıldırım gitmiş, Murat Aksu gelmiş farketmez. Sonuçta, Anglo-Saksonların dediği durum her iklimde ve her kültürde geçerlidir:
"Power corrupts, absolute power corrupts absolutely"
Biz de demiyor muyuz, "Balık baştan kokar diye"?
Herkese iyi seçimler ve yeni bir Beşiktaş umarım bu badirelerden sapasağlam çıkar.
3 yorum:
klavyene sağlık. Hayal etmesi bile güzel.
murat aksu'nun gelenek ve piyasayı sentezleyen vaatleri ilgi çekici. gelenek vurgusu yanıyla gönlümüzü okşuyor ama ben çubuğun daha fazla piyasaya büküleceğini düşünüyorum. zira adamın yönetim kurulu adaylarının hepsi "başarılı yöneticiler"den oluşuyor.
fenerbahçe'deki sisteme benzer bir yapıyı oturtmaya çalışacakları aşikar. kar güdüsüyle hareket edecekler; tribün gelirlerini artıracaklar; merchandising gelirlerine oynayacaklar; sponsorlar daha fazla etkin olacaklar vs... serdar bilgili'nin yarım bıraktığı işi yapmaya çalışacaklar kısacası. bu arada gelenekle ilgili söylemler kaynayacak,verilen sözler yutulacak filan tabii ki.
sorduğun soruların cevapları da burada yatıyor aslında. popülizm adına ekonomik programı bozmazlar; fakat gelenek adına söylenenlerden her an yan çizebilirler...
iki ucu boklu değnek bu kongre. yd'nin gitmesi ve gündemin değişmesi lazım artık. sadece bu kadarını söyleyebilirim. ancak görünen o ki yd de tekrar seçilecek.
listeye eklenmesi gereken bir nokta daha var bence;
"paf takımla çıkacagız" deyip dakkasında bu karardan vazgecmemelerinin
Yorum Gönder