29.08.2010

Oyunlar ve Gercekleri

Sanki son zamanlarda teknoloji gelisimini en iyi yeni cikan cep telefonu modellerinden takip eder gibiyiz. Aslinda hic bi alakasi olmasa da, her yeni cep telefonlari ciktikca bilgisayar oyunlarindan beklentiler de bi o kadar artiyor. PC oyunu, PS3 oyunu farketmiyor. Hepsi ayni kefeye konuyor, konmali da.

Kiyasiya mucadele edercesine oyun karsilarstirmalari, PES mi daha iyi, FIFA mi daha baskin, her kose basindaki internet kafede muhabbet konusu oluyor. Gun gelip Konami'nin PES'i dudagimizi ucuklatacak screenshot'lar yayinliyor, EA'in FIFA'si da 11'e 11'lik online multiplayer oynanabilirlik sunacagini acikliyor. Haliyle insan dusunmuyor degil, "Tamam da kac kisi hakikaten PS3'un basina oturup 22 kisi toplayip bi futbol maci ayarlayacak" diye. Bu duruma geldik mi? "Millet, bu hafta mahalle/hali saha macini internette yapcaz." diye arkadaslar arasinda haber dagitma nin anormal bir durum oldugunu umit ediyorum.

Ben belki artik mahallede top kosturacak yasimi gectim, ama yeni nesil peki gercekten top arkasinda kosturmayi oyunlara yegliyor mu? Bir cok insana ters gelen bi kavram olabilir. Gel gor ki, ABD'de bile bas bas "Cocuklarinizi sokaga oyun oynamak icin cikarin!!!" diye velilere reklamlarda seslenirlerken, oturma odasina tikilmis kös kös oturan asosyal bir nesil cocuk gormek beni hakikaten bir oyun programcisi olduguma bin pisman eder.

Bir gercek var ki o spor dalina hakkini veren oyunlar, o spor dalinda size bilmediginiz yeni seyler ogretir. Hatta eger bu oyun cok iyi ise, o sporu gercek hayatta takip etmenize vesile olabilir. Mesela son zamanlarda 2 sene aradan sonra yeniden oynamaya basladigim Top Spin 3 tenis oyunu bunun muazzam bir ornegi. Aslinda tenis hakkinda bilgim o kadar genis degildir. Ancak bir nebze de olsa, Top Spin 3 sayesinde, 1-2 ay once Dunya Kupasi'nin devre aralarinda Wimbledon'i izlerken stratejileri ve taktikleri takip edip turnuvayi izlemekten biraz daha zevk alabildigimi farkettim. Haliyle cok uzun boylu da konusmamak lazim. Birisinin kacirdigi vusuru da "Ben olsam tam koseye cakardim" diye icimden gecirsem de, aslinda becerimin sadece bir bilgisayar oyunundan ibaret oldugunu unutmamaya calisiyorum.
Devamı - Oyunlar ve Gercekleri

15.08.2010

Hastanelik Ettiler


Superlig'imize bu sene yeni bir "manşetlerin eğlenceli takımı" katıldı, tahmin edebileceğiniz üzere bu takım Medikal Park Antalyaspor. "Şeker gibi skor", "Bol şekerli", "Çayda boğuldu", "Çayda çıra" gibi üstün yaratıcılık isteyen yeni şahane manşetler gazetelerde boy boy bizi bekliyor olacak. Ben de bu furya başlamadan hemen ilk manşeti geçmeden edemeyeceğim sevgili blogdaşlar, Şifo'ya da başsağlığı dileriz, neyse ki hastane yakın...
Devamı - Hastanelik Ettiler

1.08.2010


"Hiç kimse geçilmez değildir. Ben bir gün onlardan daha iyi olacağım ve o gün geç değil çok yakın."

Nevin Yanıt, bundan 1,5 sene önce verdiği röportajda bunu söylüyordu. Bugün Nevin, Avrupa'nın en iyisi oldu. Kazandığı başarı ayrıca Türkiye tarihinde de bir ilk: coğrafi yapısı ve spor kültürü orta ve uzun mesafe koşulara uygun bir ülkede, kısa mesafenin bence en zor dalı olan engelli yarışta bir şampiyon çıkarıyoruz.

Nevin'in doğup büyüdüğü kent Mersin, tıpkı şampiyon olduğu Barselona gibi; nüfusları aynı, ikisi de Akdeniz'in önemli bir liman kenti ve yüzden de bölgenin en önemli ticaret merkezlerinden biri. Fakat Mersin ile Barselona'nın benzerliği buraya kadar: 1992 Olimpiyatları öncesinde yaşanan büyük inşaat hamlesi sayesinde, gerek profesyonel gerek amatör sporculara kent alanı içinde yeterli tesis ve imkanı sağlayan Barselona kenti, 1992'den beridir Olimpiyat dışında sayısız spor etkinliğine ve Nevin gibi sayısız şampiyona ev sahipliği yaparken, Mersinimiz, kendi kızına bir tartan pist bile bulamıyor. Nevin şu anda Fenerbahçe klübünün sporcusu, şartları herhalde ilk gençlik yıllarına göre daha iyidir ama o zamanlarda her gün en yakın tartan pistin bulunduğu kent olan Adana'ya 70 km mesafeyi gitmek zorunda kalıyormuş. Fakat sonra Nevin'in alt branşlardaki başarı ve rekorları (ve diğer Mersinli atletlerin de çabalarıyla) yetkilileri harekete geçirmiş ve geç de olsa Mersin tartan bir piste kavuşmuş.

Nevin bugünün kahramanı, herkes onu bir süreliğine hatırlayacak. Sonra tekrar bir başarı kazanacak ve toplum olarak onu tekrar hatırlayacağız. Fakat bu arada, birileri bu başarıdan nemalanmak adına, yetenekli sporcuların bulunduğu bölgeler başta olmak üzere ülkedeki bütün kentlere en temel spor tesislerini inşa etse, Nevin gibi şampiyonların başarıları sadece kendisinin değil, onun gibi nice gencin önünü açar.
Devamı -

3.07.2010

En Sonunda Birileri Gana'ya Dur Dedi...



Bir ahlaksızlığı başka bir ahlaksızlık ile engellemek mübah mıdır? Tartışılacak bir soru, ama bu gece Uruguay buna kendince bir cevap verdi. Gana, her ne kadar yetenekli oyunculardan kurulu bir kadroya sahip olsa da, ortalamanın altında futbolu ile beklenenin ötesinde bir yere gelmişti bu turnuvada... Doğru düzgün ortasaha organizasyonu olmayan, kalecisi amatör takım kalecisinden hallice, hücüm becerisi bireysel yeteneklere ve şansa bağlı Gana takımı, beyaz adamın vicdan muhabesi yüzünden turnuva boyunca hep kayırılmıştı. Allahtan karşılarına  , Latin Amerika'nın en sert takımı Uruguay çıktı da, bu rezilliğe bir son verdiler. 

Doğrudur, Uruguay bu işten temiz sıyrılmadı ama, post-kolonyal sendromdan müzdarip olmayan bizlerin de bir sakin kafayla düşünmesi lazım: takım bile olamayan Gana, yarıfinali hakediyor muydu? 
Devamı - En Sonunda Birileri Gana'ya Dur Dedi...

Artık Dünya Kupasından Konuşabiliriz



Yüzyılın overrated iki takımı, İngiltere ve Brezilya artık -ve en sonunda- elendikleri için artık gerçek futboldan konuşabiliriz. 

Yıldızı olmadan kendini favori gören Brezilya, bugün gerçek futbolcular karşısında teknik olmasa bile taktiksel üstünlüğünü koruyamadı ve beklenen sonuçla kupadan elendi. 

Brezilyasız bir dünya kupası izlemek, en azından çeyrek finalden sonra, geç de olsa hakettiğimiz bir keyif. Bunu bize sağlayan Hollanda'ya teşekkürü borç biliriz. 

Darısı, Brezilya'nın elemelerden çıkamadığı bir Dünya kupası.... Biliyorum çok şey istiyorum, ama ben futbola inanıyorum.... 


Devamı - Artık Dünya Kupasından Konuşabiliriz

30.06.2010

Cernat Karabük'de....



Dünya Kupası'nın tozu dumanı altında kalsa da gerçekten önemli bir transfer, hatta Bursaspor'un Insua transferinden sonra yapılan en önemli transfer hamlelerinden biri Florin Cernat. Kendisini pek çok futbolsever gibi Dinamo Kiev'de oynadığı dönemde tanıyıp sevmiştik. Uzun süre, Kiev'in ve Romen futbolunun bel bağladığı isimler arasında gösteriliyordu, özellikle top tekniği ve gole yatkınlığı yüzünden kariyerinin en azından vatandaşları Mutu ya da İlie düzeyinde seyretmesi bekleniliyordu, fakat olmadı... 30 yaşındaki Cernat şimdi Karabük'te ve Süperlig'de eski günlerinden bir demet bize sergiler mi bilinmez, fakat bilinen bir şey var ki  o da Karabük'ün, en azından kağıt üzerinde, sezonun en önemli transferlerinden birine imza attı. 
Devamı - Cernat Karabük'de....

Dünya Kupası 2010 Beyazperdede

Devamı - Dünya Kupası 2010 Beyazperdede

İnananlar İnanmayanları İnandırsın


İki uğuru Türkiye'den
Arjantin futbolunun önemli ismi Noray Nakis, Güney Afrika'da SABAH'a konuştu.
Maradona'yı maçlarda tespih ile görüyoruz. Bu onun uğuru mu, başka uğurları var mı? Maradona'nın Dünya Kupası'nda 4 tane uğuru var. Bunlardan biri elinden bırakmadığı tesbihi, diğeri torunu Benjamin ve sürekli yanında taşıdığı Ertuğrul Sağlam'ın imzalayıp gönderdiği özel kaşkol.. Bir de dördüncü bir uğuru var. Fakat onu size şu an açıklayamam. Finali oynadıktan sonra söyleyeceğim. “Tesbih hediye olarak geldi. Çok hoşuna gitti. Biraz da benden kaynaklanarak tesbih taşıma alışkanlığının kendisine uğur getireceğine inanmaya başladı. Ertuğrul Sağlam'ın Maradona ya gönderdiği 'Dünya'nın en büyük futbolcusuna sevgilerle' imzalı kaşkolu Maradona'yı çok etkiledi. İnanın Maradona, bir Bursaspor ve Ertuğrul Sağlam fanatiği oldu.”
Süleyman Gültekin/Sabah
Devamı - İnananlar İnanmayanları İnandırsın

29.06.2010

Dünya Kupası Unplugged

Devamı - Dünya Kupası Unplugged

28.06.2010

Heinze'nin Kafası

Kafa sonrası yüz ifadesinin dramatik değişimi harika...

Devamı - Heinze'nin Kafası

22.06.2010

Sylvester Stallone da Dunya Kupasında!!!


Devamı - Sylvester Stallone da Dunya Kupasında!!!

16.06.2010

Dünya Kupası Notları #6 : Isla-Sanchez, Hittzfeld ve Forlan


Dünya kupasının 6. gününe geldiğimizde, seyir zevkinin yavaş yavaş da olsa belli standartların üstüne çıktığını görüyoruz. Honduras-Şili karşılaşması bu açıdan önemli idi. Maç Şili'nin 0-1 üstünlüğüyle sona erdi ancak maçın temposunu düşündüğümüzde yalnızca 1 golün vuku bulması izleyenleri pek de rahatsız etmedi sanıyorum.

Şili hakkında herkesin ezber ettiği ilk ve en önemli bilgi Güney Amerika eleme gruplarından Brezilya'nın ardından ikinci çıkmış olduğu gerçeğiydi. Benimse, Şili ile ilgili hatırladığım ilk sahne Fransa 98'e dayanıyor. Grup maçlarında kimseye yenilmeyerek dikkat çeken bu "uzun ince" ülke, topladığı 3 puanla B Grubu'nu İtalya'nın ardından ikinci olarak bitirmiş, ikinci tur mücadelelerinde Brezilya'nın rakibi olmuştu. O zaman, daha ikinci turda Brezilya ile eşleşmeleri talihsizlik olarak nitelendirilmişti. Yine aynı tablo gerçekleşebilir. Dilerim Şili aynı talihsizliği bir kez daha yaşamaz ve çeyrek finale ulaşabilir. Bunu hakediyorlar zira... Alexis Sanchez- Mauricio Isla ikilisi, Lahm-Müller ikilisiyle birlikte turnuvada izlediğim en iyi arkalı-önlü hücum organizasyonlarını oluşturdular. Şili'nin çok teknik ismi var fakat İspanya'nın başına gelen onların da başına gelebilir, İsviçre savunmasını açmakta zorlanacakları açık. Öte yandan, Honduras'ın ciddi tecrübe eksikliği göze çarpıyor. Böylesi büyük turnuvalara pek sık katılamıyor oluşları, hücumlarının cılız kalmasına, son vuruşlarda beceriksizliklere yol açıyor. Buna karşın mücadeleci bir takım. Oynayacakları hiç bir maçta rakiplerine ezilmezler.

İspanya-İsviçre karşılaşmasında beklediğim sürpriz gerçekleşti. İsviçre'nin bu turnuvada bir umudu varsa tamamını Hittzfeld'e borçludur. Bir teknik direktör takımının başarısında ne kadar etkilidir sorusunun cevabını en iyi Hittzfeld'e bakarak cevaplayabiliriz. Eğer Hittzfeld gibi bir teknik adamınız varsa, rakibiniz ne kadar iyi paslaşırsa paslaşsın istediği pozisyonları yaratamayabilir ve siz gol bulmak için rakibinizin savunmada bıraktığı boşluklardan faydalanabilirsiniz. Sanıyorum iki ya da üç pozisyon buldu İsviçre. Biri gol oldu. İspanya, turnuvanın ilk günü Meksika'nın yakalandığı tuzakla karşı karşıya kaldı. Topa hakim olmak bir süre sonra beyhude top çevirişlere, açık arama oyununa dönüştü. Dediğim gibi, Hittzfeld İsviçre'ye ikinci tur umudu getirdi. Bakalım Şili karşısında ne yapacaklar?

Günün son maçında sürpriz olmadı. Uruguay'ın G.Afrika'yı zorlanmadan yenebileceği belliydi fakat ev sahibinin turnuvanın açılış maçında Meksika karşısında gösterdiği direnç ve disiplin çoğumuzu şaşırtmıştı. İlk maçın yıldızlarından Tshabalala bu akşam ortada yoktu. Zaten Pienaar turnuvanın başından beri "yok". Bir tek poisyon dahi üretemedi G.Afrika. Bu anlamda, şimdiye kadar oynanan maçlar arasında bir tek pozisyon dahi yakalayamayan bir takım yoktur sanıyorum. O kadar kötüydüler. İlk maçın ardından Khune hakkında çok iddialı sözler sarfetmiştim. Kırmızı kart gördü. Yüksek ihtimalle turnuvayı kapattı. Onun gibi bir kaleciyi daha fazla izleme imkanına sahip olmak isterdim. Uruguay'da ilk maç hayal kırıklığı yaratan hücum ayakları Forlan ve Suarez bu akşam yanlarına Palermolu Cavani'yi de almışlardı. İlk dakikadan itibaren ölçülü de olsa pozisyon üretmeye, rakip kaleyi yoklamaya başladılar. Nhayetinde, Forlan rakibin sırtına çarpmış olsa da çok şık bir gole imza attı. İkinci yarı, maçın en hareketli ismi Suarez, Khune tarafından düşürüldü. Forlan riskli olsa da penaltının nasıl atılacağını gösterdi adeta. Öylesi bir vuruşun kaleciler tarafından kurtarılmasının imkanı yoktur. Maçın son dakikasında, düdük yerine, Suarez'in zarif ortasında Pereira'nın golü geldi. Forlan'ın kaydettiği iki gol ona gol krallığı yarışında çok büyük bir avantaj sağlayacaktır. En büyük rakipleri ise Podolski ve Klose olacaktır diye düşünüyorum.
Devamı - Dünya Kupası Notları #6 : Isla-Sanchez, Hittzfeld ve Forlan

15.06.2010

Baros Dunya Kupasi'nda




Gormemis olanlara: Tunus asilli Alman futbolcu Khedira ve Milan Baros
(Biraz daha ugrasirsak Hollanda'dan da birini ekleyebiliriz buraya gibi geliyor ama kimdi bu benzer insan tam hatirlayamadim)

Not: Real Sociedad tekrar La Liga'da. Oh be....
Devamı - Baros Dunya Kupasi'nda

13.06.2010

Dünya Kupası Notları #3 : Futbol Almanlarla Güzel


Cezayir-Slovenya maçı o kadar can sıkıcıydı ki iki takıma da ayrı bir bölüm açacak kadar takip edemedim bile. Oyuncular kendilerini ne kadar zorlarsa zorlasın, paslar istenen yere gitmiyor, basit hatalar yapılıyordu. Yani, beceriksizliğin hüküm sürdüğü bir maç idi. Galibiyeti getiren golün de Cezayir'in kalecisi Chaouchi'nin beceriksizliğinin ardından gelmesi manidar oldu. Cezayir'in bundan sonra işi zor. İngilizler karşılarına öfkeyle çıkacaklardır. A.B.D ise umutla...Dilerim Cezayir kupaya puansız ve golsüz veda etmez. Belhadj dışında hiçbir futbolcuyu beğenemedim. Wolfsburg'lu Ziani ve oyuna sonradan girip, 15 dakika içerisinde iki sarı kartla oyundan atılan Ghezzal ise açık ara sahanın en kötüleriydi. Slovenya'da şimdilik havalar güneşli. Çok büyük bir avantaj elde ettiler. Ancak, yapılabileceklerin en iyisini onlar değil, İngiltere'den puan almayı başaran A.B.d gerçekleştirdi. Kimi araştırma şirketleri Slovenya'yı yarı finale kadar göndermişti kupa öncesinde. Böyle bir futbolla gol atmaları dahi mucizeydi, mucize gerçekleşti. Bundesliga'nın önemli isimleri Novakovic ve Dedic hareket etmekte zorlandılar ki takımlarının en önemli kozlarını oluşturuyorlar. Slovenya'nın vasata ulaşabilen bölgeleri Koren-Birsa orta alanı ve Suler-Cesar tandemiydi. Maçı Slovenya lehine çevirebilecek tüm aksiyonlar Birsa-Koren ikilisi tarafından gerçekleştirildi. Ne var ki, içlerinden en kötü top gol oldu. Öyle ki Koren'İn vuruşunda top falso dahi almamıştı.

Sırbistan-Gana... Büyük bir sürpriz gerçekleşti. Sırbistan 4-5-1'den bozma 4-4-2 oynuyordu. Savunma hattında hemen hiç sorun yoktu aslında. Kolarov-Vidic-Lukovic-Ivanovic dörtlüsünün hepsi iyiydi. Özellikle kırmızı kart görmesine rağmen Lukovic'i çok beğendim. Orta sahada ise aynı uyum yoktu. Öncelikli sorun ise Krasic'in silikliği ve Milijas-Stankovic ikilisinin ağırlığıydı. Gana orta alanına göre çok daha zayıf kaldılar. İki beyin yanyana oynuyordu sanki. Duran toplar, defans arkasına şişirilen toplar, düşük tempoda top çevirişler tamam ancak iş mücadele etmeye geldi mi Milijas-Stankovic ikilisinin ne yaşı ne de gücü Gana orta sahasıyla mücadele etmeye yeter. Sırbistan'ın en iyisi Jovanovic idi. Tekniğinin iyi olduğunu biliyorduk da bu kadar üst düzey mücadele verebileceğini hiç beklemiyordum. Sırbistan'ın her pozisyonunda o vardı adeta. Zigic'i çok başarılı buldum. Capello'nun Heskey'e yüklediği görevin bir benzerini Antic de Zigic'e yüklemişti. Pantelic'in önünde konumlanacak, topla birlikte orta alana kadar gerileyecek ve rakip savunmada gedikler yaratacaktı. Çabaladı ama Pantelic ile iyi bir iletişim kuramadı. Kısacası, Sırbistan umut vermiyor. İkinci maçları da Almanya'yla. 2006'da da onlardan çok şey bekleyenler vardı fakat "0" puanla dönmüşlerdi. Almanya maçında mucize yaratamazlarsa 2006 kabusu yeniden gerçekleşebilir.

Gana'nın Ömer Üründül ırkçılığına bulaşmadan, şimdiye kadar turnuvadaki en iyi Afrika takımı olduğunu söyleyelim. Mücadele güçleri en iyi takımlarla dahi baş etmeye yetecek seviyede. Ayrıca, Ayew ve Tagoe çok etkili kanat oyuncuları. Top taşıyabiliyorlar, takımı ileri taşıyabiliyorlar. Haliyle Asamoah Gyan da vasat üstü bir forvet. Önümüzdeki maç Avustralya ile karşılaşacaklar ve Kangurular'ın en büyük gol ümidi Cahill sahada olmayacak. Ne diyelim, talih belki de hiç bir zaman bu kadar yanlarından olmamıştı. 2006'daki ikinci tur sürprizini gerçekleştirebilirler.

Söz Avustralya'ya gelmişken; sadece Türkiye'deki değil tüm dünyadaki hayranlarını hayal kırıklığına uğrattıklarını belirtmek gerekir. Dilerim ikinci maça toparlanmış bir şekilde çıkarlar. Yine de, Cahill'siz işleri çok zor. Kewell dönerse, yeniden umutlanabilirler.

Futbolun Almanlarla daha bir güzel olduğu kesin. Şimdiye kadar izlediğimiz en iyi takımdı. Kesin. Daha önce hiç bir takımda izleyemediğimiz çeşitlilikte ataklar izledik. Futbolseverlerin bu akşamki en önemli görevleri Almanlar'a şükretmek olmalıdır. Zira hepimizi bir kısırlığın içinden çekip almış olabilirler. 4-2-3-1 oynadılar. Savunma hatasız idi. Schweinsteiger için ayrı bir cümle yazmak lazım. Yüksek top tekniği ve soğukkanlı yapısı onu şu an için Almanlar'ın en kritik futbolcusu yapıyor. Khedira ile de iyi anlaştıklarını gördük. Müller-Mesut-Podolski üçlüsü doğrudan sonuca gitmek istiyorsanız çok doğru bir seçim. Zira Podolski'nin her şutu gol tehlikesi yaratabiliyor. Klose de çok değerli bir golcü. İkinci maçlarını da kazanırlarsa, çok rahatlayacaklar. Gol kralı Panzerler'den çıkabilir. Almanya'yı biraz fazla övmüş olabilirim fakat futbolsuz geçen 3 günün ardından böyle bir tabloyla karşılaşınca soğukkanlılığımı kaybetmiş sayılırım. Tahminimi yineleyerek bitireyim yazıyı: Almanya final, hiç değilse yarı final oynayacaktır G.Afrika'da...
Devamı - Dünya Kupası Notları #3 : Futbol Almanlarla Güzel

Dünya Kupası sahtekarlığı ve Afrika

dünya kupası

"2010 Dünya Futbol Kupası denen sahtekarlığın foyası ortaya çıkar
ılmalı. Zabalaza Anarşist Komünist Cephesi, organizasyonu Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ve kıtanın geri kalanında yaşayanların ekonomik ve sosyal durumunun iyileştirilmesi için hayatta bir kez denk gelinen bir fırsat olarak sunan devletin cüretini ve riyakarlığını kınamaktadır. “Fırsat” denilen şeyin Güney Afrika’nın hakim zümrelerini, küresel ve yerel sermayeyi semirtmek manasına geldiği apaçıktır. Hatta, organizasyonun Güney Afrika’nın fakir ve çalışan kesmi için yıkıcı sonuçları olacaktır ve olmaktadır.

Dünya Kupası’na hazırlanırken devlet 800 milyar rand harcamıştır (altyapı gelişimi için 757 milyar rand, bir daha hiçbir zaman dolmayacak stadyumlar için 30 milyar rand). Bu, umutsuz bir sefalet ve yüzde 40’a yakın işsizlik oranıyla boğuşan bir ülkede yaşayanların yüzüne vurulmuş bir tokattır. Geçtiğimiz beş sene içerisinde, çalışan fakir kesim temel hizmetlerin ve iskanın sağlanmasına dair 8 binden fazla eylem yapmış, devletin devasa sosyal eşitsizliği ortadan kaldırmaktaki başarısızlığına dair hissettiği öfke ve hayal kırıklığını yansıtmıştır. Bu harcama döngüsü, kifayetsizliği ortaya çıkmış neoliberal kapitalist modelin ve küresel çaptaki eşitsizlikler ve yoksulluğu derinleştiren “saraydan zekat” ekonominin sürdürülebilmesine yöneliktir. Devlet, daha önce aksini iddia etmesine rağmen, şu an projenin hiçbir zaman kar amaçlı bir girişim olmadığı numarasını yapmaktadır.

Güney Afrika’nın, özellikle Johannesburg dahil olmak üzere birçok şehirde hiç olmayan toplu taşıma alanında, büyük ölçekte bir kamusal altyapıya vahim bir şekilde ihtiyacı vardır. Organizasyon için tam zamanında, 8 Haziran’da, çalışmaya başlayan Gautrain bu konuda acı bir alaydır: büyük çoğunluğun güvensiz özel minibüslerle günlük bazda uzun mesafeler kat ettiği bir ülkede, Gautrain Johannesburg ve Pretoria arasında tek bir sefer için 100 rand ödeyebilecek turistler ve zenginlere hızlı ve lüks bir ulaşım imkanı sunmaktadır. Bu resim kendini her yerde belli etmektedir: Güney Afrika havayolları şirketi havaalanlarını iyileştirmek için 16 milyar rand harcamış, Karayolları İdaresi yeni paralı yollar yapmak için 23 milyar rand dökmüştür – harcanan bu parayı geri döndürmek için sert maliyet düşürme önlemleri getirilecek, bu da yeni imkanlardan yararlanamayacak fakir kesimlerin sırtından yürütülecektir. Belediyeler ülkenin dört bir köşesinde kentsel dönüşüm ve “ıslah” girişimlerinde bulunmuş, bu sayede katı Güney Afrika gerçeğini gizlemeye kalkışmıştır. Sadece Johannesburg’da 15.000’den fazla evsiz insan ve sokak çocuğu toplanıp barınaklara tıkılmış, Cape Town’da fakir bölgelerde ve gecekondu kamplarında yaşayan binlerce kişi evlerinden edilmiştir. Cape Town şehri, başarısız da olsa, N2 karayolunda seyahat eden turistlerin görmemesi için Joe Slovo’da ikamet eden 10.000 insanı yaşadıkları yerden atmaya kalkışmış, bu insanlar başka şehirlerde stadyumlar, taraftar parkları ve tren istasyonları inşası için sokağa atılmıştır. Soweto’da ana turist ve FIFA güzergahları üzerindeki yollar iyileştirilirken hemen yakındaki okullar yıkılmak üzere olan binalar ve kırık camlarla eğitime devam etmektedir.

dünya kupası

Bir kısım Güney Afrikalı ikna olmamış olsa da, Dünya Kupası denen sirkten dikkati uzaklaştırmak için dayatılan milliyetçi propagandayla birçoğunun gözleri boyanmaktadır. Her Cuma günü “futbol Cuma’sı” ilan edilmiş, “millet” Bafana-Bafana tişörtleri giymeye teşvik edilmiş, hatta okul çocukları bunu yapmaya zorlanmıştır. Arabalar bayraklarla donatılmakta, halk turist restoranlarında düzenli olarak sergilenen Diski dansını öğrenmeye ve maskot oyuncaklar almaya itilmektedir. Bu heyecan dalgasına şüpheci bir şekilde yaklaşanlar vatan düşmanı olarak etiketlenmekte, örneğin greve gitmek isteyen Güney Afrika Birleşik Ulaşım İşçileri Sendikası “milli çıkar”lar uğruna engellenmektedir. Geçtiğimiz yıl 1 milyondan fazla işin buharlaştığı bir ülkede, devletin Dünya Kupası sayesinde yaratılan 400 bin iş üzerinden dayattığı coşku boş ve aşağılayıcıdır. Yaratılan iş imkanları sınırlı süreler için geçerli, geçici kontratlar üzerinden yürütülmekte, bu işlerde sendikasız ve asgari ücretin son derece altında miktarlar kazanan işçiler çalışmaktadır.

Sendikal baskının yanısıra, Dünya Kupası esnasında tüm faaliyetleri yasaklanan tüm sosyal hareketler devletin nefretini çekmektedir. Hatta bu baskıların Mart’tan beri sürdüğüne dair kanıtlar bulunmaktadır. Dünya Kupası maçlarının gerçekleşeceği belediyelere dair yapılan araştırmalar organizasyon esnasında genel bir toplantı ve gösteri yasağı olduğunu ortaya koymaktadır. Rustenberg, kupa boyunca toplantılara kapalıdır. Mbombela belediyesi de kupa boyunca toplantıları yasaklamıştır. Cape Town şehir kurulu yürüyüşler için başvuru almaya devam etse de, bunun kupa boyunca problem olacağını bildirmiştir. Nelson Mandela Bay ve Ethekwini belediyelerine göre, polis Dünya Kupası boyunca toplantı ve yürüyüşlere izin vermeyecektir. Bu baskı metodları, her ne kadar ilerici mahiyeti övülse de devletin iddia ettiği şekilde özgürlük ve eşitliğin sigortası olmaktan uzakta olan anayasadaki ifade ve toplantı haklarıyla bile çelişmektedir. Bütün bunlara rağmen Özelleştirme Karşıtı Forum ve başka birkaç sosyal hareket dahil olmak üzere Johannesburg’daki bazı örgütler kolay kolay pes etmemiş, İfade Özgürlüğü Enstitüsü’nün desteğiyle açılış gününde bir protesto yürüyüşü yapmak için izin koparmıştır. Ancak yürüyüş stadyumdan üç kilometre ötede gerçekleşecek, bu sayede devletin çekindiği medya ilgisine mazhar olmayacaktır.

Güney Afrika kendisini pahalı otelleri, yatak-kahvaltı pansiyonları ve kokteyl barlarını dolduracaklara kollarını misafirperver bir şekilde açan bir devlet olarak sunma çabası içerisinde fakir kesime baskıcı politikalar uygulamakla kalmamış, bütün bunları Sepp Blatter ve arkadaşlarının FIFA isimli (Durban Sosyal Forumu’nun deyimiyle THIEFA) yasal suç örgütünün rehberliği altında yapmıştır. FIFA neredeyse 1.2 milyar euro’luk kar pastasının en kalın dilimini yemeyecektir sadece, şimdiden 1 milyar euro’yu aşan yayın haklarını cebe atmıştır. Stadyumlar ve stadyum çevresindeki alanlar turnuva boyunca FIFA’ya verilmiş, bu sayede FIFA’nın kontrol edip gözetlediği, devlet yasalarından ve normal vergi kanunlarından muaf kozalara dönüştürülmüş, stadyumlara giden bütün yollar FIFA ürünleri satan esnaftan temizlenmiş, havaalanlarına giden yollardaki gecekondular yıkılmıştır. Bu sebeple, Dünya Kupası’nı fırsat bilip hayatta kalmak için ihtiyaç duydukları gelirlerini arttırmak isteyen sıradan insanlar yine saraydan zekat sisteminin pençesine düşmüştür. Dünya Kupası markasının ve alakalı ürün haklarının tek sahibi olan FIFA, 100 kadar avukattan oluşan ekibini ülkenin içine salmış, markaya dair ürünleri izinsiz bir şekilde satan kişileri tek tek yakalatmaktadır. Ülkede ve kıta genelinde çoğu insanın ihtiyaç duydukları ürünleri gayrıresmi ticari yollardan tedarik etmesine ve bir tişörte 400 rand verecek durumda olmamasına rağmen, FIFA ürünleri satıcılardan gasp edilmekte ve söz konusu esnaf tutuklanmaktadır. FIFA akreditasyon tehditini kullanarak organizasyonu eleştiren yazılar yazma niyetindeki gazetecilerin boğazına basmakta, açık bir şekilde basın özgürlüğünü ihlal etmektedir.

dünya kupası

Bütün bunların en garip yönü futbolun bir zamanlar gerçekten emekçi kesimin oyunu olmasıdır. Eskiden stada gidip canlı maç izlemek, devlet baskısını ve günlük hayatın acımasızlığını unutmak için 90 dakikalarını futbol izleyere geçirmek isteyen insanlar için ucuz ve ulaşılabilir bir eğlence aracıydı. Bugün ise küresel kapitalist bir krizin yaşandığı bir dönemde gereksiz paralar harcanmakta, profesyonel futbol ve Dünya Kupası olguları zengin zümrelere fahiş karlar getirmekte, cilalı sahalarda en ufak bir darbede yerlerde sürünen ve parazit menajerleri vasıtasıyla mide bulandırıcı derecede yüksek ücretler alan futbolcuları izlemek isteyenlerin ceplerinden binlerce rand, pound ve euro sülük misali emilmektedir. Birçok yönden estetik güzelliğini sürdüren bir oyun emekçi kesimin ruhunu kaybetmiş ve sömürülmeyi bekleyen ürünlere indirgenmiştir.

Bakunin bir zamanlar şöyle demişti: “İnsanlar kiliseye de tavernaya da aynı sebepten gidiyorlar: Kendilerini aptallaştırmak, ızdıraplarını unutmak, birkaç dakika için bile olsa kendilerini özgür ve mutlu bir şekilde hayal etmek için.” Kör bayrak sallamalar ve vuvuzela üflemeleri arasında, sporu da bu denklemin içine yerleştirebilir, unutma eyleminin aktif bir şekilde adaletsizlik ve eşitsizlikle savaşmaktan daha kolay olduğunu söyleyebiliriz. Yine de savaşmayı tercih edenler var; emekçi kesim, fakirler ve ilişkili örgütler yanılsamalara karşı devletin inanmak istediği kadar edilgen ve çaresiz değil. Tehditlere, etiketlemelere ve ifade özgürlüğüne engellere rağmen, stadyum kapılarındaki gecekondulardan kitlesel protesto, gösteriler ve grevlere, ne şekilde olursa olsun, toplumu eline geçiren korkunç eşitsizliklere karşı sesimizi yılmadan duyuracak, başkalarının hayatları üzerinden inşa edilen imparatorlukların küresel oyunlarını bozacağız.

Dünya Kupası’na hayır!
Devlet baskısı ve bölücü milliyetçiliğin canı cehenneme!
Yaşasın insanların sömürüye ve vurgunculuğa karşı mücadelesi!"

anarkismo.net'ten


Neden Güney Afrika? [sol.org]
Devamı - Dünya Kupası sahtekarlığı ve Afrika

Dünya Kupası Notları #2 : Yunan Usulü 4-3-3, Çalışılmış Bir Maradona Golü ve Robert Green




Günün ilk maçından başlayalım; Yunanistan ve Rehhagel'in futbolun değişen yapısından haberdar olmadıklarını düşünüyorum. Tamam, sıkıca kapanarak ve hemen her duran topu gole dönüştürmeyi bilerek 2004'te efsanevi bir şampiyonluk kazandılar ancak günümüz futbolunda savunma anlayışı değişti, artık Vyntra-Papadopoulos tandemiyle değil turu geçmek, maç dahi kazanamazsınız. Biz dahi öğrendik, top karşı takımda olduğu vakit takımın nasıl konumlanacağını, nasıl alan daraltılacağını, takım savunmasının nasıl örgütleneceğini... Siz hala Vyntra'nın fiziki üstünlüğüyle rakip santraforu korkutmayı deneyin. Söz Vyntra'ya gelmişken; Panathinaikos'lu stoper sahanın açık ara en kötüsüydü. Samaras, ondan sol açık yaratmaya çalışan hocası kadar suçlu olamaz fakat yine de sahanın en kötülerindendi. Karagounis kötüydü, yerine giren Katsouranis daha da kötüydü. İsim isim gidersek Yunanistan'ı bitiremeyiz. Sadece, acilen 4-3-3'ü terk etmeleri gerektiğini söyleyelim. Orta sahada topa biraz daha fazla olmadan gol dahi atamazlar. Bunun için tek alternatifleri Siena'lı Tziolis'e daha fazla güvenmek ve belki de Ninnis'in çabukluğundan orta alanda faydalanmak olabilir. Zira öbür türlü, yarı alanı geçtikten hemen sonra, topu ceza alanına şişirmekten başka yapabilecekleri hiçbir şey olmuyor.

G.Kore, tertip ve disiplin açısından şimdiye kadar izlediğimiz en iyi takımdı. Hemen her oyuncusu çabuk, çok iyi alan kapatıyorlar ve Yunanistan gibi bir takıma neredeyse hiç hava topu bırakmadılar. Üstelik ilk golleri bir duran toptan geldi. Rakibini en güvendiği silahıyla yıkmak çok eşsiz bir duygu olsa gerek. Kore'nin Yunanistan sınavını geçtikten sonra Nijerya önünde zorlanacağını söylemek de gerçekçi olmayacaktır. Zira her iki ceza sahasında da Yunanistan'a üstün gelebildilerse, Nijerya'nın görece fiziki üstünlüğü de onlar için çok bir şey ifade etmeyecektir. Önleri açık, Park Ji-Sung ve Park Chu-Yong formda. Freiburg'lu Cha Du Ri turnuvaya çok iyi başladı.

Kaybedenden devam edelim; Nijerya hakkında ne kadar iyi şeyler söylenebilir ki? Organizasyon fakiri, top tekniği düşük, sürate ve fiziki üstünlüğe dayalı bir takım görünümünde "Kartallar". Kesinlikle hevesliler ancak mental anlamda turnuvanın en yoksul ekiplerinden biri olduklarına şüphe yok. Acele vuruşlar, "timing" hataları, hatalı paslar ve pas tercihleri, basit pozisyon hataları, hepsini gördük. İyi bir şey yok mu? Var tabii, Martins, Yakubu ve Obasi oyuna katkıları ne olursa olsun, hırslılar. Bu turnuvayı önemsedikleri belli. Çok ciddi bir seyirci avantajları var. Topla arası iyi olan tek isim Odemwingie daha fazla yer almalı.

Maradonayı eleştirebilirsiniz. Oyuncu tercihlerini ve oyun şablonunu da eleştireblirsiniz. Ancak bugün gördük ki; teknik yönden bizlerin eleştiremeyeceği kadar bilgi sahibi. Golü kesinlikle çalışılmış. Söz konusu kornerden önce, saha içindeki ve yedek kulübesindeki tüm Arjantinli'ler o topun gol olacağını biliyorlardı sanki. Hedef adam da Heinze idi. Kimi ceza alanını karıştırdı, kimi rakibe hareket imkanı tanımadı ve Heinze zor bir kafa vuruşu yaparak ülkesini öne geçirdi. Bunun dışında, Di Maria ve Veron halen aksıyor. Gutierrez -bence- esas olarak bek değil. Messi turnuvaya iyi başladı. Maradona, 86'daki misyonunu doğrudan Messi'ye yüklemiş durumda. Turnuva boyunca onu kanada hapsolmuş olarak izlemeyeceğimiz kesin. Daha çok gezecektir. Ancak burada ki mesele Higuain ve Tevez'in ilk maç itibariyle gösterdikleri kötü performans. Gerçi Arjantin için bu hiç sorun değil. Agüero ve Milito her daim hazır olarak bekliyorlar. Sözün özü, Arjantin kötüydü; savunmada organize olamadılar, çok pas hatası yaptılar, çok gol kaçırdılar, fakat ibre hala onlardan yana.

İngilizler beraberliği Green'in hatasına bağlasalar da durumun iç açıcı olmadığı ortada. Aslında gayet iyi başlamışlardı ve Heskey'in muhteşem asistinde kaptan Gerrard şık dokunuşuyla henüz 4. dakikada durumu ülkesi lehine çevirmişti. Bu noktada, Heskey'in kapalı savunmalarda çok işe yarayacağından söz edebiliriz. Heskey, Capello için stratejik bir öneme sahip ve adeta planlarının başrolünde yer alır vaziyette. Nitekim, Gerrard'ın golü Capello'nun planladığı golün somut haliydi. Turnuva boyunca Gerrard'dan buna benzer goller, Heskey'den de buna benzer asistler bekleyebiliriz. Bu arada bir tahmin: Heskey turnuvanın asist kralı olabilir! Savunmaya dönersek; Ferdinand kaybının yara açacağı belliydi de herhalde kimse King'den bu kadar sönük bir performans beklemiyordu. Capello da King ve türevleri konumundaki Upson ve Dawson'a olan inancını kaybetmiş olacak ki yedek sağ bek olarak değerlendireceğini düşündüğümüz Carragher'i ikinci yarıda sahaya stoper olarak sürdü. Aslında İngiltere'nin temel problemi yapısal değil, hatta bizzat Barry'nin yokluğuyla ilgili. Yerine düşünülen Milner de sakatlandı. Elde bir tek Carrick kaldı. Carrick bu sezonki performansıyla bu yükü taşıyamaz.

A.B.D'nin belki de tek sempatik tarafı futbol takımı. Dempsey, Donovan ve Bradley gibi isimler oldukça yetenekliler. Özellikle Dempsey çok ayrı bir futbolcu. Kimi futbolcular özellikleri sıradan olsa dahi gol atma konusunda diğer meslektaşlarından daha başarılı ve şanslılardır. Bu türün en iyi örneklerini de Solskjaer, Inzaghi ve Forlan oluştururlar. İşte Dempsey de onlardan biri. An itibariyle, A.B.D'nin gruptan çıkma ihitmali İngiltere'ninkinden bile fazladır kanaatimce. Kaleci Howard'ın takım arkadaşlarına verdiği güvenin onda birini Green kendi takım arkadaşlarına verebilseydi maç daha farklı noktalanabilirdi. Gecenin sonunda orta ya çıkan tablo ise şu şekilde oldu: A.B.D her alanda olduğu gibi futbolda da "yolunu bulmakta"...
Devamı - Dünya Kupası Notları #2 : Yunan Usulü 4-3-3, Çalışılmış Bir Maradona Golü ve Robert Green

12.06.2010

Dünya Kupası: Güney Kore 2 - Yunanistan 0





1994 felaketinden sonra, bu turnuva Yunanistan bir temize çekilecek dünya kupası tarihinin başlangıç paragrafı olabilirdi. Hem 94'ten beridir köprünün altından çok sular akmıştı: Yunan halkı dışında pek kimsenin hatırlamak istemediği bir Avrupa Şampiyonluğu vardı araya sıkıştırdıkları. Bu sefer, turnuva şanssızlıklarını kırmak, gol atmak, hatta galip gelmek istiyorlardı. Güney Kore maçı bütün bunlar için en ideal başlangıçtı zira Koreliler ne Arjantinliler gibi üst düzey tekniğe, ne de Nijeryalılar gibi baskıcı bir fiziğe sahiptiler. 


Yunanistan'ın ve Otto Rehhagel'in atladığı ufak bir nokta vardı: çocukluğumdan beri izlediğim her turnuvaya katılan Güney Kore, rakibine göre ciddi bir tecrübe avantajına sahipti. Ayrıca özellikle Hiddink döneminde, sınırlı teknik kapasiteleri ve fizik güçlerini akıllıca kullanmayı öğrendiler ve bunu maç boyunca sürdürme konusunda ciddi yol katettiler. Yunanistan ise klasik düşük tempolu oyunu ile rakibini önce defansta sönümleyip, sonra Charisteas gibi pivot forvetlerle bitirmeyi düşünüyordu. Yunanistan'ın artık modası geçmiş taktiği bugün Kore karşısında patladı. Tam Türk tipi, yan topta adam kaçırarak yenilen golden sonra, Rehhagel'in taktiği iflas etti. Düşük tempo ile hücum etmeye çalışan Yunanistan, defansını ileri çıkaran Kore takımı tarafından hemen orta sahanın  önünde durduruldu. Rakiplerinin aksine tek top ve hızlı tempo ile oynayan Kore, kontra-ataklarla rakibinin ceza sahasında ciddi tehlikeler oluşturdu. 






FUTBOLUN AFFEDİLMEZİ: DÜŞÜK TEMPO

Günümüz futbolunda, hemen her eksikliği kapatacak bir merhem tipi oyun planı mevcut. Kısa oyuncular, hızla ara paslarla, fizikli oyuncular tam saha presle, güçlü yönlerini vurgulayıp, eksik yönlerini kapatan futbolu sahaya yerleştirebiliyorlar. Günümüz futbolunun affetmediği tek şey ise düşük tempo. Gerçekten de düşük tempoya merhem olacak bir oyun planı yok ve tempolu rakipler bu eksikliği hiç affetmiyorlar. Yunanistan bu ağır tempo ile oynamaya devam ederse, Dünya kupalarında değil galibiyet, gol bile atamaz. 


Kore futbolunun 2002'den beridir yaşadığı gelişim inanılmaz. Artık Avrupalı nispeten zayıf takımları -Yunanistan, Slovakya vb- rahatça yenebilecek duruma gelmişler. Maç öncesi herkesin sıkıcı ve temposuz olacağını düşündüğü bir maçı, neredeyse tek taraflı gayretleri ile bu turnuvaya yakışacak bir düzeye getirdiler. Bu başarıda Hiddink'in payı büyük olsa da, bu ne tek adamla, ne de tek başına milli takımla başarılacak bir şey: açıkçası son 10 senede gösterdikleri uluslararası performans, Avrupa'nın büyük takımlarında oynayan yıldız oyuncuları, Kıta Avrupası'nı örnek alan taktiksel dağılımları ile Güney Kore, şu an tartışmasız Asya kıtasının en büyük futbol takımı ve futbol ülkesi olmuş durumda. Japonya başta olmak üzere diğer kıtasal rakiplerinin, Kore'nin seviyesine ulaşması için daha çok fırın ekmek yemesi gerekiyor. 


Yunanistan içinse diyebileceğim tek şey, ülkece iyi bir sene geçirmedikleri. Futbol ekonomik krize merhem olmasa bile, olası başarılar kötü günler geçiren Yunan halkı için moral olacaktı, ne yazık ki olmadı. Bu oyun ile Nijerya ve Arjantin karşısında varlık gösteremezler. Aslında turnuva Ege karşısı için çoktan bitmiş bile olabilir. 
Devamı - Dünya Kupası: Güney Kore 2 - Yunanistan 0

Dünya Kupası Notları #1 : C.Blanco, Tshabalala ve Khune


Açılış müsabakasında G.Afrika ile Meksika karşı karşıya geldi. Karşılaşma Meksika'nın mutlak hakimiyetiyle başladı. G.Afrika ise "ender gelişen" etkili ataklarıyla rakibine karşı koymaya çalıştı. Aguirre geldiğinden beri Meksika'nın oyun şablonunda ve temposunda gözle görülür bir değişim yaşanmıştı. Bu değişimi bu akşam da gözlemledik. Topa sürekli hakim olmayı ve oyunun kontrolünü elinde tutmayı seven bir takım yaratmış Aguirre. Bu sistemde en zorlanacağı ekip sahaya 4-5-1 şeklinde yayılan ve katı bir savunma anlayışına sahip G.Afrika olacaktı. Üstelik, kadrosunda Gaxa, Tshabalala, Masilela gibi kontra atak futboluna yatkın, süratli isimler bulunuyordu kadrolarında. Meksika ise sağ kanadı Aguillar ile oldukça etkili kullanıyordu. Ancak aynı şeyi sol kanattaki Vela için söyleyebilmek güç. Orta alanı ise Torrado-Juarez-dos Santos üçlüsüyle parsellemeyi planlamıştı Aguirre. Bu üçlü hem çok etkili biçimde pas yapabiliyor hem de Juarez ve Torrado'nun fiziki avantajları sayesinde top rakipteyken alan kapatıp, top kapma mücadelesine girebiliyordu. Ne var ki, özellikle ikinci yarıdan sonra, topun, başka hiçbir çaresi olmadığı için, adeta "mecburiyetten" Meksikalı'ların ayağında kaldığını gözlemledik. Nitekim bu dakikalarda, savunmanın arkasına sarkan Tshabalala, dar bir açıdan, enfes bir şut çıkarıyor ve 2010 Dünya Kupası'nın ilk golünü kaydediyordu.

Aguirre maça başladığı G.Franco-C.Vela ikilisinin yerine J.Hernandez-C.Blanco ikilisini sokmuştu. Bu dakikalarda oyuna giren Guardado'nun da dikine gitme çabalarıyla Meksika hücumlarına çeşitlilik kazandırdığını söyleyebiliriz. Ancak, Meksika adına asıl farklılığı 37'lik C.Blanco yaratıyordu. Halısaha maçlarındaki "göbekli amcaları" andıran Blanco tıpkı o göbekli amcalar gibi haddini bilerek aynı zamanda da tekniğini konuşturarak oynuyordu. O dakikadan sonra Meksika'nın beyhude top çevirişileri, Blanco'nun doğrudan ceza sahasına şişirdiği toplarla somut pozisyonlara dönüşüyordu. Bu pozisyonlardan birinde, Blanco, Guardado'ya kontrol edilmesi zor bir pas veriyordu, pası kontrol etmeyi başaran Guardado topu arka direkteki Marquez'e ortalayınca "El Tri" beraberliği yakalıyordu.

Açılış maçı, benim açımdan doyrurucuydu. Ancak maçı doyurucu kılan detaylardan en önemlisini halısaha topçusu tavırlarıyla Blanco, süratli ve akıllı futboluya Tshabalala ve topu oyuna hızlı ve etkili bir şekilde sokma yetisine sahip G.Afrikalı kaleci Itumeleng Khune oluşturuyorlardı. Açıkçası, Khune'yi ilk kez izledim. Ülkesinin en önemli takımlarından Kaiser Chiefs'te forma giyiyormuş. Çok atletik bir yapıya sahip ve topu oyuna çok iyi sokuyor. Bu turnuva boynca böyle oynamaya devam ederse, yaz sonu onu Avrupa'nın önemli kulüplerinden birinde görebiliriz diye düşünüyorum.

Urugay-Fransa maçının son yarım saatini izleyebildim. Dolayısıyla uzun uzadıya yorum yapmam doğru olmayacaktır. Fakat, Fransa'nın arka bölgesinin çok sağlam olduğunu söylemeliyim. Özellikle Toulalan-Diaby-Gourcuff üçlüsü turnuvanın en dominant üçlüsü olabilirler. Ne var ki, hücum hattındaki kara büyü sürmekte. Fransa için, bu hücum oyuncularıyla bu turnuva bitmez! Unutmadan, Govou'nun yerine derhal Malouda monte edilmelidir. Uruguay'ın futboluna oldum olası ısınamadım. Bunda, Forlan'ın, Suarez'in tarzını beğenmemem de etkilidir muhakkak. Sonuç olarak, 2010 Dünya Kupası'nın ilk gecesinden bizlere, biri Meksika, biri G.Afrika tarafından atılmış iki gol, Tshabalala, Khune ve C.Blanco'nun futbolu sevdiren çabaları kalıyordu.
Devamı - Dünya Kupası Notları #1 : C.Blanco, Tshabalala ve Khune

7.06.2010

Amerikalı'nın Futboldan Anladığı

TIME takip ettiğim dergiler arasında değildir. Yine de, raflarda dergilere göz gezdirirken, kapağında güzel bir ilüstrasyonla dosya konusunu futbola -daha doğrusu Dünya Kupası'na- ayıran son sayısı ilgimi çekti ve aldım. Nerdeyse 30 sayfa futbol ve dünya kupası hakkında bilgi veren dergi ana okuyucu kitlesi futboldan uzak Amerikalılar olduğu için bu blogu takip eden pek çoğumuz için bayat ve genel geçer bilgiler vermekten öteye gidememiş. Fakat işin asıl ilginç yanı, futbol gibi Amerika'nın belki de göreceli en iddiasız sayıldığı spor alanında bile, futbol cahili Amerikalılar'ın kafasını karıştıracak denli şovenist davranışlara girmişler. 

KUPAYI KAZANMA ŞANSI OLAN ABD!

İlk olarak bu kupanın izlenmesi gereken yıldızlarını saymışlar: listede 7 oyuncu var ve 6 tanesi Messi, Ronaldo, Maicon, Rooney, Casillas, Eto'o gibi gerçek anlamda yıldız oyuncular. Fakat hınzır Time editörleri biraz da rayting kaygısı ile araya 7. olarak ABD takımından Clint Dempsey'i yerleştirmişler. Bu listeye bakan bir garibim Amerikalı, ya kendi oyuncusunu Maicon, Rooney klasında sanır. Yetmemiş, bir sonraki sayfada "Kupayı Kazanabilecek 7 Takım" listesi yapmışlar. Brezilya, İspanya, Arjantin, İngiltere, Hollanda ve İtalya'nın yanında bilin bakalım kim var? 60-1 şans verdikleri (ama listeye de soktukları!) ABD... Kazanabilecek 7 ülke arasında Almanya'nın sayılmaması da başka bir tartışma konusu... 

Yetmemiş, Dünya Kupası'nda başarı elde etmiş ülkeler arasına ABD'yi koymak için 3.leri de içeren garip bir "kazananlar" listesi yapmışlar. 1930'da kazandıkları bronz ile ABD sıralamaya girerken, 2002'de üçüncü olan Türkiye bu kazananlar listesinde yok. Listenin Amerika-Avrupa mücadelesini ortaya koymak için yapılması durumu daha da vahim hale getiriyor. 

Son olarak bir de dikkatle izlenmesi gereken 4 oyuncu belirlemişler. Bu sefer, birileri evsahibi ülkeyi hatırlamış da listeye Pienaar'ı koymuş. David Villa ve Buffon'un olduğu listenin 4. oyuncusu ise Tim Howard! Bu arada, Amerikan takımının gerçek starı Landon Donovan'dan ise kapak konusunda değil, bir sonraki yazıda "kısaca" değiniyorlar. 

Not: Aldığım derginin Amerikan iç pazarı için üretilen edisyonu değil, Avrupa edisyonu olduğunu da belirtmeliyim. 
Devamı - Amerikalı'nın Futboldan Anladığı

4.06.2010

Marca'ya gore Schuster Besiktas'la imzaladi


...geçen gece meneceri Marco Kirdemir ile Milan'da sozlesme imzalandi. Pellegrini ise FB ile gorusuyor... Bir Besiktasli olarak tersini tercih ederdim, Pellegrini daha Besiktaslik bir adam gibi geliyor amma velakin hadi bakalim, Marca'nin yalancisiyiz:

http://www.marca.com/2010/06/03/futbol/futbol_internacional/1275564841.html
Devamı - Marca'ya gore Schuster Besiktas'la imzaladi

3.06.2010

...Al sana bir demet Şili kasımpatlarından...


"...Hapisten çıktığında karşılaşmıştık seninle,
zorbalık ve acı kuyusu gibi loş hapisten,
zulmün izlerini görmüştüm ellerinde,
kinin oklarını aramıştım gözlerinde,
ama parlak bir yüreğin vardı,
yara ve ışık dolu bir yürek..."

"...Al sana bir demet Şili kasımpatlarından,
al güney denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını,
halkların savaşını, kendi dövüşümü
ve yurdumun kederli davullarının boğuk gürültüsünü
kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz,
çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen yüzüne hasret,
benim için ekmek olan, susuzluğumu gideren, kanıma güç
veren dostluğundan yoksun..."

Pablo Neruda (Çeviren Ataol Behramoğlu)



'' en müthiş kudretim yasak bana:
yeni bir hayat aşılamak,
bereketli bir rahimde yenmek ölümü,
yaratmak seninle beraber:
sevgilim, yasak bana etine dokunmak senin ''
Devamı - ...Al sana bir demet Şili kasımpatlarından...

30.05.2010

Vassell odasindaki Ataturk resminden dolayi tehditler aldi

Hic yoruma gerek yok, direk ingilizceden Vassellin kendi blogundan çeviriyorum:

Bu endisem icin diger bir sebep de guvenligim, bazi tehditkar konusmalar yasadim ve beni cok rahatsiz etti, turkiyedeki politik guc dengelerini pek bilmiyorum ve herseyden habersiz birseyler baslatmis olabilirim. Bildiginiz gibi otel odamda satin aldigim ataturk portresiyle fotograflarim cekilmisti ve sorular sorulmustu, sonra da bana bazi kisilerin onaylamayacagi politik bir durus aldigim soylendi...


"Another cause for concern is my safety, i have had some threatening conversations which have left me very uncomfortable and im so unaware of any political power struggles that i may have started something without even knowing anything… As you know i was photographed and asked about a picture of Ataturk that i bought at my hotel, then im told that im making a political statement that certain people will not condone…"

http://www.vassell.net/Ankaragucu/Blog/Entries/2010/5/29_Letter_from_a_lost_soul.html
Devamı - Vassell odasindaki Ataturk resminden dolayi tehditler aldi

22.05.2010

Karşıyaka'nın Bahtsızlığı

Perşembe akşamı arkadaşlarla beraber Karşıyaka tribünlerindeydik. İzmirle bir alakam olmamasına rağmen, Karşıyaka ve Göztepe takımlarının oluşturduğu lokal rekabeti her zaman takdir etmişimdir. İzmir'in takımlarından bu sene en bahtlısı kuşkusuz Bucaspor. Bucalılar tarihlerinde ilk kez Süperlig'e çıkarlarken, Süperlig'in (Eski adıyla Birinci Lig) eski gediklilerinden Karşıyaka ve Altay da yükselme grubunda Süperlig'e kalan son bileti kapmak için kıyasıya bir mücadeleye girdiler.

Karşıyaka son yıllarda sık sık Süperlig'in kapısını çalıyor fakat bir türlü istenen, özlenen Süperlig Karşıyakalılara kısmet olmuyordu. Perşembe akşamı da benzer bir durum yaşandı; Ziya Doğan'ın yönetiminde tam bir "Mahmutpaşa kesimi Lucescu futbolu" oynayan Konyaspor, tek şut ve tek golle maçı aldı. Karşıyaka adına ilk yarıda sahada hiç bir şey yoktu. Konyaspor çok sakin bir oyun ve sıkı alan savunması ile Karşıyaka ortasahasını sindirdi. Arada da kanattan bindirmeler ile gol aramaya çalıştı. Konyaspor'da Ziya Doğan'ın çanta oyuncularından  Celalettin Koçak gibi fuleli açıkların olmayışı Karşıyaka için olumlu bir durumdu; defansı ağır olan Karşıyaka kalesinde daha fazla gol görebilirdi.

İkinci yarıda ise, özellikle de taraftarın desteği ile Karşıyaka oyunun hakimi oldu. Fakat ortasahada Kıvanç Karakaş dışında ayağına top yakışan ve iyi top dağıtan oyuncu yok. Bu arada Kıvanç için ayrı bir paragraf açmak lazım, kendisi 1985 Üsküdar doğumlu ve bu sezonki performansı ile pek çok Süperlig ekibinin ilgisini çekiyor. Bu maçta da, Karşıyaka adına kritik pas ve şutların çoğu onun ayağından çıktı. Onu yakında başka bir takımda görebiliriz.



Erdoğan Arıca, Ziya Doğan'dan önceki Anadolu takımı hocası neslini temsil ediyor. Ziya Doğan ve benzerleri Lucescu başta olmak üzere İtalyan ve Doğu Avrupa futbol ekollerinden etkilenirken, Arıca ve nesildaşları daha çok uzun toplar ve doldur-boşaltlar ile rakibin üzerinde baskı kurmaya çalışıyor. Açıkçası bu sistem bana artık eskimiş ve geçerliliğini çoktan yitirmiş bir sistem gibi geliyor. Zaten Ziya Doğan'ın fizik gücü kuvvetli takımı karşısında yüksek topların çoğu geri döndü, 2. yarı Karşıyaka dominasyonu ile geçmiş gibi görünse de aslında topu topu birkaç ciddi pozisyon yaratılabildi.

Karşıyaka'nın aslında bu futbol anlayışı ile buraya kadar bile gelmesi mucize ..... dememek lazım çünkü bunun arkasında bence tek bir cevap var: Reha Kapsal. Reha hoca -ki kendisi Rıdvan Şimşek gibi bir yıldızı  da futbolumuza kazandırmıştır- geçen sezon adeta yeni baştan kurduğu takımla ve dar bütçeyle büyük başarı elde etti. Kurduğu bu kadro, kendisi klüpten ayrılsa da yine de aynı sinerji ile devam etti ve bugünlere geldi. Reha Hoca ilginç bir kişilik, takım kurma ve genç oyuncu bulma özellikleri ile bana Ersun Yanal'ı hatırlatıyor. Ersun Hoca'nın kurduğu Manisa ve Trabzon takımları kendisinden sonra gelenler tarafından korundu ve çeşitli başarılara ulaştılar. "Takım  kuran hoca" ile "Takım yöneten hoca" farklı şeyler gibi, bazen ikisi birden yürümeyebiliyor, sizin kurduğunuz takımı başkaları alıp başarıya ulaştırıyor. Umarım Reha Hoca zamanla sadece takım kuran değil, kurduğu takımla Süperlig'e çıkan hocalardan olur zira onun gibi yetenekli hocalara ne kadar ihtiyacımız olduğunu bu sezon hepimiz Bursaspor ve Ertuğrul Sağlam örneğinde gördük.

Karşıyaka taraftarına değinmeden geçmemek lazım çünkü onlar gecenin gerçek şampiyonlarıydılar. Tribünlerde Konyalı ve Karşıyakalı taraftarlar nerdeyse eşit sayıda olmalarına rağmen (Karşıyaka biraz daha fazlaydı) organize şarkı ve tezahüratlarıyla rakip taraftarları susturdular. Konyalılar 80. dakikadan sonra biraz da umutları azalan Karşıyakalıların izin vermesiyle, seslerini duyurmaya başladılar. Sahada maçın hakimi ve galibi Konya, tribünlerde ise Karşıyaka idi.

Süperlig'e çıkmaya çok yaklaşan Konyaspor'a tebrikler, Karşıyaka'ya da geçmiş olsun....

Devamı - Karşıyaka'nın Bahtsızlığı

21.05.2010

David Villa: Hadi Bakalim Hayirlisi...


Nihayet sonunda gerçeklesen David Villa transferi Barça için bir tasla birkaç kus vurmak anlamina geldi. Ilk olarak Ispanya'nin en iyi forvetlerinden birinin ezeli Rakip Madrid'e gitmesi engellendi. Bu kalibrede bir oyuncuyu istemeyecek takim yoktur sanirim. Ikincisi ise daha lig biter bitmez ilk bombayi patlatip transfer sezonunu açmis oldular, boylece Barça gundemde kalmaya devam etti. Ucuncu neden ise biraz daha farkli: yeni formalar tanitildi! Bu yesil olan deplasman formasi benim pek hosuma gitmedi acikcasi. Bircok kez bir takimin kendi renkleriyle alakasiz formaya geçmesinin dususun baslangici oldugunu gozlemledigimi hatirlarim (ornekleri yorumlara yazabiliriz isterseniz).

E tabi Valencia'da -ki kendileri fena halde krizdeler- nihayet oyuncusunu iyi bir fiyata satmayi basardi. Bu ise en çok uzulenler de Bojan ve Jeffren olmuslardir sanirim. Valenciali Mata da biricik hucum esini kaybetti, bakalim onlar bu boslugu kiminle doldururlar. Hala geçen sene Madrid'in bu oyuncuyu neden al(a)madigini anlamis degilim açikçasi, forma girer ve yeni takimina rahat alisirsa muthis bir transfer dogrusu...

Bu moralle Villa'dan Dunya Kupasinda muthis bir performans beklenebilir bence. Hadi bakalim hayirlisi...
Devamı - David Villa: Hadi Bakalim Hayirlisi...

19.05.2010

Ve Yılın Transferi Gerçekleşti: David Villa Barcelona'da


David Villa transferi tarih olarak sezonun ilk ve büyük olasılıkla en büyük transferi olarak gözüküyor. Oysa ki, aslında Barcelona için 2009-2010 sezonunun resmen kapanması bir anlamda... Aslında Villa 2009 yazında Barcelona yolunu tutacaktı, zaten finansal krizle boğuşan Valencia bütün oyuncularının satılmasına yeşil ışık yakmıştı. Liverpool, Real Madrid ve Barcelona'nın çok istediği Villa'nın da gönlü açıkçası Barça'dan yanaydı. Fakat ne olduysa, bu transfer gerçekleşmedi, Guardiola İbrahimovic'in yeterli bir transfer olduğunu düşündü ve yaklaşık 35-40 milyon avro bonservis istenen Villa'dan vazgeçildi. 

Fakat İbrahimoviç bu sezon İnter'deki günlerinden uzak olunca ibre yine Villa'ya döndü. The Guardian'ın haberine göre taraflar bu sabah (19 Mayıs) 40 milyon avroluk bonservis bedelinde anlaşmaya vardılar. Resmi izma töreni de sağlık kontrollerinden sonra yapılacak. 

Villa transferi ile Henry ve İbrahimoviç ikilisinden birinin gitmesi olası gözüküyor. Şimdilik Barcelona yönetimi iki oyuncusundan da memnun olduğunu açıklasa da, foma savaşında Guardiola'nın ilk alternatifi safkan bir La Liga golcüsü olan Villa olacakmış gibi gözüküyor. 28 yaşındaki oyuncunun La Liga'da Valencia forması ile 166 maçta 107 golü bulunuyor ve İspanya Milli Takımı'nın da Torres ile birlikte en önemli gol silahı. 

Bu transfer ile birlikte geçen sezondan bu zamanlara sarkan Villa defteri kapanırken, bu sezonun asıl yeni transferi için de yeşil ışık yakılmış durumda: eğer işler Barcelona yönetiminin umduğu gibi giderse Fabregas da yıllar sonra evine geri dönecek gibi gözüküyor. Fabregas'ın gelmesi ile ilk 11'den kim kesilir merak ediyorum, belki de Kaiowas'ın dediği gibi İniesta artık daha az süre almaya başlayacaktır. 

Barcelona geçen sezonun aksine transfere hızlı bir giriş yaptı. Bakalım rakipleri neler yapacak... 

Haberin kaynağı ve fotoğraflar için: http://www.guardian.co.uk/football/2010/may/19/david-villa-valencia-barcelona-arsenal
Devamı - Ve Yılın Transferi Gerçekleşti: David Villa Barcelona'da

ÇK Yükselme Grubunda: Konyaspor 3 - Adanaspor 1

Süperlig bitmiş olsa da, futbol heyecanı bazıları için hiç olmadığı kadar üst perdeden devam ediyor. İstanbul'da oynanan yükselme grubu maçları ile Buca ve Karabük'ten sonraki 3. takım da belli olacak. Dün akşam oynanan maçta Konyaspor Adanaspor'u 3-1 ile geçti ve yenişemeyen İzmirliler'in önünde şimdilik liderliği aldı. 

Maça blogun takipçilerinden Deniz kardeşimiz gitmişti, rica ettim kırmadı ve bize çektiği fotoğraftardan bazılarını yolladı. Bu arada gözden kaçmaması gereken ufak bir detay da, Konyaspor'un kazandığı maçları bir kaç ay önce geçirdiği kaza sonucu felç kalan eski futbolcuları Poljak'a ithaf etmeleri.

Yarın da hep beraber Karşıyaka tribünlerinde olacağız. Saat 20:00'de, Ali Sami Yen'de, rakip Adanaspor. İki büyük camianın İstanbul kapışmasını kaçırmayın derim. 

Devamı - ÇK Yükselme Grubunda: Konyaspor 3 - Adanaspor 1

17.05.2010

Iki Timsah Arasindaki iki gozyasini bulun

Fetullahçilari ve alenen irkçilari (bkz. Bursaspor-Diyarbakirspor karsilasmasi) simdilik bir yana birakip Bursaspor'un hakli sampiyonlugunu kutluyorum. Hosgeldin 5. sampiyon, ne de çok bekledik seni...



Devamı - Iki Timsah Arasindaki iki gozyasini bulun

16.05.2010

Sokaklar Sessiz, Bursa'ya Gitmiş Sevgilim...

Sezonun son akşamı için alışılmadık derecede sessiz İstanbul sokakları. Kadıköy'de devam eden olayları saymazsak da bu gece kendi kişisel tarihimde ilk defa "Şampiyonluk Gecesi" İstanbulumun dışında yaşanıyor. Bizim gibi burada doğup büyüyenler için kupa, aslında hep evin içinde kalan ama durmadan da salondan yatak odasına oradan da başka bir odaya geçen sarı parlakça bir nesnedir. Normalde en fazla bir seneliğine kiralanan kupaya, İstanbul o kadar uzun süre el koydu ki, kupanın bir gün bize nanik yapıp evin dışına, başka ellere gideceğine kimse inanmadı, ta bu geceye kadar... 

1984'teki Trabzonspor şampiyonluğunda sadece 3 yaşındaydım, o yüzden yaşananlar hakkında bir hatıratım yok.   1996'da Trabzon'da oynanan maça,  Kocaelispor, Gaziantepspor ve en son geçen sene Sivasspor'un şampiyonluk deparlarına şahit oldum. Ne olduysa artık, son düzlükte bu takımların nefesi yetmedi ve kovaladıkları kupa yine bizim evde kaldı. Ama hınzır Bursalılar, bu akşam kupayı bizim alıp kapıp kaçtılar, ve bizim evde de yaşayan pek çok futbolseveri de gizliden gizliye mutlu ettiler. 

Sezon başı ve sezon ortası yazdığım Bursa yazılarında değindiğim bir konu vardı: Bursaspor zaten büyük bir camia ve geçen seneye göre kadrosunu en akıllıca güçlendiren takım. Şampiyonluğu kazanmaları bu büyüklüklerinin tescillenmesi anlamına geliyor. Fakat bu olayların bir yüzü, diğer taraftan bakınca Türk Futbolu için tarihin 2. büyük dönüm noktasında bulunuyor olabiliriz. Nasıl ki Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı kazanması takımlarımız için bir milat ve yeni bir -ve gayet yüksek- bir çıta olmuşsa, Bursaspor'un bu şampiyonluğu da ülke içindeki rekabet açısından benzer bir etki yaratacaktır. Bu akşam Bursa'nın sokaklarında karnaval yaşanırken, Anadolu'nun çeşitli kentlerinde akşam yatağına girecek olan kulüp yöneticileri ve futbolcularının kafasında şu soru olacaktır: "Acaba biz de yapabilir miyiz?" 

Futbolu güzel kılan yegane şey tarihidir çünkü tarih anlatıldıkça abartılır, güzelleştirilir ve bir efsaneye dönüşür. Böyle efsane anlara çok fazla tanıklık edilmez. Kişisel futbol ajandamda, Bursaspor'un bu şampiyonluğu, 92'de Danimarka'nın ve 99'da Galatasaray'ın yaptığı ile aynı sayfaya yazılacak. Aynı sayfanın bir köşesinde şu not yer alacak: "Beşiktaş'tan zorla istifa ettirilen Ertuğrul Sağlam, başına geçtiği Bursaspor'u 1,5 senede şampiyonluk kazanan bir takım haline getirdi."

Bu haftayı Fulham'a ayırmayı düşünüyordum, artık Bursaspor ve Fulham'a ayıracağım. Yılın takımlarına gereken ilgi ve saygıyı göstermenin zamanı geldi de geçiyor. 

Tebrikler Bursa, tebrikler Bursaspor ve tebrikler "adam gibi adam" Ertuğrul Sağlam.
Devamı - Sokaklar Sessiz, Bursa'ya Gitmiş Sevgilim...

14.05.2010

Daltonlar


Jo Silva‚ izinsiz olarak ülkesine döndü.
Devamı - Daltonlar

12.05.2010

Fenerbahçe Büyüklüğü Şampiyonluk Büyüklüğüdür De

Mayıs ayında güneş gibi parlamaya devam ediyor Fenerbahçe Spor Kulübü. Voleyboldan sonra Kadın Basketbol takımı da sezonu şampiyon tamamladı. Futboldaki kaotik ortama rağmen sadece futbola değil spora gönül vermiş Fenerbahçe taraftarları mutlu mutlu izliyorlar yazın gelişini. Bu süreçte belki de tek üzücü ama aynı zamanda gurur verici olan kaçırılan Avrupa Kupası oldu.

Genelde hep hatırladığımız, özellikle kötü sonuçlar sonrası dile getirdiğimiz İslam Çupi'nin sözünü tekrar etmeye gerek yok, ama son yıllarda Fenerbahçe büyüklüğü bir çok dalda şampiyonluk ve kupa büyüklüğü olarak önümüzde dimdik duruyor...

Flying Dutchman'in organize ettiği Amsterdam buluşmasında Fırat blogunda düzenlediği Türk Futbolunun En Nefret Edilen Figürü oylamasında Aziz Yıldırım'ın neden en üstlerde olduğunu anlamadığını söylemişti. Rakip takım taraftarlarını anlayabiliyorum, kendi yönetimlerine olan kırgınlıklarından ve kızgınlıklarından doğan nefreti Aziz Yıldırım üzerinden çıkarıyorlar. Ben de demiştim ki Fırat'a ben Fenerbahçe'li olarak ne sevmek zorundayım kendisini ne nefret etmek. Hayat görüşlerimizle hiç bağdaşmayan bir tek adam olabilir, egosu dünyada ender görülen bir yükseklikte olabilir ama bu adam Fenerbahçe'yi bir spor kulübü yaptı. Tek bu neden bile benim Aziz Yıldırıma'a sempati ve daha önemlisi saygı duymam için fazlasıyla yeterli. Futbolda başarısız deniyor ona da katılmıyorum, ben çocukluktan gençliğe geçerken 'acıların takımı' ile büyüdüm her sene ilk ikiye giren Avrupa'da eh işte kendine göre birşeyler yapan Fenerbahçe Futbol Şubesi de başarılıdır gözümde.

Sonuç olarak güzel günler yaşıyoruz, tadını çıkara çıkara, gülümseye gülümseye... Tebrikler ve Teşekkürler Fenerbahçe...

Devamı - Fenerbahçe Büyüklüğü Şampiyonluk Büyüklüğüdür De

11.05.2010

Doğadan Çaldığın Yeter - Doğa İçin Çal (2)


Divane Bir Aşık Gibi'den sonra şimdi de Aşık Veysel'den Uzun İnce Bir Yoldayım, 91 sanatçı doğa için çalmış. Çok çok güzel olmuş yine...

http://www.dogaicincal.com/


Doga icin Cal 2 / Uzun ince bir yoldayim - official video from Doga icin cal on Vimeo.

Devamı - Doğadan Çaldığın Yeter - Doğa İçin Çal (2)

7.05.2010

Futbol Blogları Amsterdam'da Toplanıyor


Flying Dutchman'ın organize ettiği "FD Avrupa Organizasyonu" kapsamında bu cumartesi akşamı Amsterdam'da buluşuyoruz. Sanırım şu an altı blogger geliyor ve FD ilgili yazısında katılmak isteyen olursa rezervasyonda boşluk olduğunu söylüyor. Heyecanlı ve güzel bir gün olacak...
Devamı - Futbol Blogları Amsterdam'da Toplanıyor

6.05.2010

Son İngiliz Takımı Fulham - Bölüm 1 / Patronun Hikayesi


İngiliz futbolu dendiğinde aklımıza ne geliyor? Klasik kesim bir ada futbolu için uzun paslar, kanat bindirmeleri ve ceza sahasına yüksekten ve çizgiden inen ortalar lazım. 4-4-2'nin adeta tabu haline geldiği bu futbol tarzının bizim pek de konuşmadığımız bambaşka bir yönü var. İngilizler sadece modern futbolu icat etmekle kalmadılar, takım ruhunu da herkesten önce yakaladılar. Günümüzde disiplin kelimesi aklımıza Almanları getirse de, İngiliz futbolu aslında kıtadaki bütün rakiplerinden daha sert bir ast-üst ilişkisine ve asker disiplinine sahip bir futbol ekolüdür. Britanya'da futbolcular askerdir ve tek bir generalin emri altındadırlar: teknik direktörün. O yüzden futbol uluslararası yıldızlar yetiştirme çağına girdiğinde, nasıl İtalyan ve İspanyollar büyük futbolcu yetiştirdiyse İngilizler de önce büyük teknik direktör yetiştirdiler. Kıtada, Puskaş, Di Stefano, Sivori gibi yıldızlar varken, Britanya'da Jock Stein ve Bill Shankly gibi gerektiğinde sert, gerektiğinde babacan ama her zaman mutlak patron olan teknik direktörler yıldız mertebesine yükseldiler. Taraftarlar onların adına pankartlar açıp, zafer şarkıları söylerken Britanya futbolu da zaten ilk başarılarını bu generallerin emrindeki asker-futbolcularla kazandı.

Bölüm 1: Lizbon'un Aslanlarından Heysel Kapılarına

1967'nin "Lizbon Aslanları" hakkında çok şey yazılıp çizildi. Tamamı Glasgow ve çevresinde doğup büyümüş İskoç ve İrlandalı oyunculardan oluşan Celtic takımı, Lizbon'da Helenio Herrera'nın yıldızlarla dolu İnter takımını yendiğinde sanılanın aksine İngiliz futbolunda aslında hiç bir şey değişmedi. Bu tarihi başarı Britanyalıların takım oyununa ve  "tek yıldız vardır o da menejerdir" düsturuna daha da bağlanmasını sağladı. Zaten Lizbon Aslanları hala Jock Stein'in takımı olarak bilinir ve oyuncularının hiç biri uluslararası bir üne ulaşmamıştır. Tıpkı Shankly'nin takımını hatırlamamız ama o dönemden aklımıza doğru düzgün bir Liverpool oyuncusunun gelmemesi gibi...


Britanyalılar'ın niye böyle bir yol izledikleri ile ilgili çeşitli teoriler var. Benimkisi son derece basit bir yaklaşım: İngiltere kısa süren Cromwell dönemi dışında Viking istilasından beridir monarşi ile yönetiliyor ve bununla ilgili pek de sıkıntıları yok. Zor zamanlarda liderlerinin arkasında toplanılması ve birlik halinde hareket edilmesi gerektiğine dair derin bir inanç, kültürlerinin içine işlemiş durumda. Buna yüzyıllardır devam eden aristokrasiyi de ekleyince aslında karşımıza çıkan tablo, herkesin çocukluktan beri nerde nasıl davranması gerektiği adeta genlerine işlemiş, yerine göre hem yönetmeyi hem de yönetilmeyi çok iyi bilen bir toplum... Böyle bir toplumun sporu olan futbolda da, kralların yerini teknik direktörlerin (menejerlerin) alması kadar doğal bir şey yok.

Teknik direktörün mutlak hakimiyeti ve başarıdan sık sık rol çalmasına rağmen, İngilizler de Stanley Matthews'den beridir pek çok yıldız yetiştirdiler. Bu oyuncuların pek çoğu kıta takımlarına transfer oldu, oralarda da başarılara imza attılar. Fakat İngilizler ne kadar kıtasal mücadelenin içinde olsalar da, futbolları ve futbola bakışları hep kendilerine has oldu. Bu derin fark yüzünden de, başarılı örneklerin yanısıra pek çok üstün yetenekli futbolcu ve strateji dehası teknik direktör kıta takımlarında beklenenin çok altında performans gösterdiler.  Fark o kadar derinlere işlemişti ki, İngiliz taraftarlar ve taraftarlık kültürleri bile kıta Avrupası'nda uzaylı gibi karşılanıyordu. Bunun en acı örneği 1985'te Heysel'de yaşananlardır; İngiliz Holiganlar her maç öncesi yaptıkları koşma hareketiyle -aptalca bir fikir olmasına rağmen- Juventus taraftarlarına gözdağı vermek istediler, İtalyanlar üzerlerine koşan İngilizler'in onları döveceğini düşündüler. Aralarında pek çok kadın ve çocuğun olduğu Juventus taraftarları panik halinde çıkışlara kaçıştılar ve o arbede esnasında onlarca kişi ezildi ve hayatını kaybetti. Bu olay sonrası İngiliz takımları 5 yıl (Liverpool 8 yıl) Avrupa kupalarından men edildi. Heysel bu açıdan bakıldığında, farklı kültürlerin etkileşimlerinin bazen ne kadar ölümcül sonuçlar doğurabileceğine dair acı bir örnektir. 


Heysel faciası ve sonrasında yaşananlar aslında İngiliz Futbol Rönesansının miladı sayılabilir. Bu olay sonrası İngiliz taraftarlık kültürü baştan ele alındı. 1985 cezasına kadar Avrupa'da fırtınalar estiren İngiliz takımları bir anda oda hapsi ile cezalandırılmışlardı. Bunun futbolun kendisine de ciddi etkileri oldu. Waddle, Hoddle, Allen, Lineker ve Hughes gibi yıldızlar (sonradan buna Gascoigne da eklendi) Avrupa kupalarında oynamak için İtalya, İspanya ve Fransa liglerine gittiler. Zaten yabancıların fazla tutunamadığı ağırlıklı olarak Adalı yıldızlara sahip İngiltere ligi, bir de Adalı yıldızların en iyilerini kaybedince futbolda tepetaklak bir iniş yaşadı.

Bölüm 2: The British Empire Strikes Back!

Bu tepetaklak inişi sona erdiren ve hayata dönüşü sağlayan iki önemli olay da futbol sahası dışında yaşandı. 1992'de Birinci Lig, Federasyon'dan özerklik kazanıp Premiyer Lig adı altında bir şirkete dönüştü. Amaç, bütün Premiyer Lig takımlarının gelirlerini arttırıp, İngiliz futbolunu ayağa kaldırmaktı. En önemli gelir ise, o zamanlar potansiyeli tam kavranmamış bir kaynaktan geldi: şifreli kanallardaki maç yayınları. 1992'de yapılanma henüz tamamlandığında, Premiyer Lig yöneticilerinin yaptığı ilk iş canlı yayın ihalesi açmak oldu. İki ciddi aday yarıştı: ITV 40 milyon pound tutarında bir teklif verirken, BSkyB tam 300 milyon poundluk bir teklif ile maçları paralı kanalda yayınlamayı taahhüt etti. Döneminin en pahalı canlı yayın ihalesini gerçekleştirmeyi başaran İngilizler için de Premiyer Lig efsanesi bu ihale ile başlamış oldu.


Hikayenin bu bölümden sonrası futbolu özellikle de Britanya Futbolu'nu takip edenler için son derece tanıdık. Premiyer Lig önce diğer rakibi olan İskoç Ligi ve Old Firm'ü solladı, Ada içindeki liderliğini tartışılmaz bir hale getirdi. Sonrasında, dönemin en pahalı ligi olan Serie A başta olmak üzere Avrupa'dan futbolcu ithaline başladılar. Buna ikinci dalgada, İngiliz futbolunu benimsemiş oyuncu-antrenörler (Vialli gibi) ve yabancı teknik direktörler (Wenger gibi) eklenince, daha 10 sene öncesinde yabancı oyuncunun İrlandalı olmak anlamına geldiği İngiliz ligleri, paraya ve yabancıya boğuldu.

Yabancılar sadece futbolun seyir zevkini değiştirmediler. Oyunun yapısını, taktikleri ve saha dışını da değiştirdiler. Artık kaprisli ama son derece yetenekli Avrupalı ve Latin yıldızlarla çalışan teknik direktörler yavaş yavaş generallikten yöneticiliğe kendilerini devşirdiler. Klasik Ada futboluna alternatif İtalyan ve Fransız tarzı oyunlar ve bunların karmaları ortaya çıktı. Kıtanın sıkı idman programı da Britanya Futbolu'nun göbeğine yerleşti. 70'ler ve 80'lerde alkole ciddi yetenekler kurban veren İngiliz futbolu, yabancı hoca ve kondisyonerlerin yardımıyla profesyonel futboldaki alkol bağımlılığını asgari seviyeye indirdi. Bunun en kayda değer örneği kuşkusuz Arsenal'in kaptanı ve bayrak adamı Tony Adams'tır. Wenger gelmeden önce alkol yüzünden kariyeri  bitme noktasına gelen Adams, Wenger'in desteği ile kendini toparlamış ve üst düzey futbolunu 35-36 yaşlarına kadar sürdürebilmiştir. İngiliz oyuncular güçlendikçe ve yabancı oyuncularla rekabetleri arttıkça futbolun kalitesi kısa sürede müthiş bir sıçrama gösterdi.


Bu gelişimin baştacı herhalde 1999 Şampiyonlar Ligi finalidir. Son dakika golüyle Bayern Münih'i yıkan Manchester United, bu başarısıyla Heysel sonrası İngiltere adına ilk büyük kupayı kazanmakla kalmıyor, Premiyer Lig'de gösterdiği başarıyı kıtasal düzeye de taşıyordu. 1999'dan sonra İngilizler iki kere daha bu kupayı kazandılar. Manchester United'ın başını çektiği mücadeleye zamanla Arsenal, Liverpool ve Chelsea de katıldı. Rekabet ve kazanılan para diğer liglere o kadar fark attı ki, pek çok yıldız oyuncu İtalya ya da İspanya'da iyi bir takımda oynamak yerine, sırf Premiyer Lig'de oynamak için Bolton, Middlesborough gibi takımların yolunu tuttu. İngiliz takımlarının çoğunun hisselere sahip şirketler olması, yurtdışından ciddi yatırımcıları çekti. 3. lige kadar her ligde, neredeyse her takımı başka bir ülkenin işadamı aldı. Stadyumlar yenilendi, stad ve stad dışı gelirlerde, lisanslı ürün satışlarında patlama yaşandı. Her şey İngiliz Futbolu için güzel gidiyordu ve eğer ekonomistlerin tahmini doğruysa, İngiliz Ligi daha önce hiç bir ligin başaramadığı şekilde Avrupa futbolunu domine edecekti gelecek yıllar içinde.

Fakat ekonomik tabirle "Boom" diye adlandırılan bu lale devri düşünüldüğü kadar uzun sürmedi. Bir adamın İngiltere'ye gelişi ile bütün dengeler değişti...

Bundan sonrasını ve Fulham'ın nasıl bir ortamda başarıya koştuğunu yazının ikinci bölümünde anlatalım...
Devamı - Son İngiliz Takımı Fulham - Bölüm 1 / Patronun Hikayesi