30.11.2009

Takım Senin Takımın mı, Klüp Senin Klübün mü?

[Aziz Patron çalışanları teftişte]

Fenerbahçe-Kasımpaşa maçının son dakikasına giriliyor: Fener'in kötü oyununu düzeltemeyeceğini anlayan Aziz Yıldırım, şeref tribününden kalkıp içeriye locaya geçiyor. Belli ki, sinirinden ağzından kaçacak sözlerin ve ifadelerin kameralar tarafından görüntülenmesini istemiyor. Yıldırım aslında doğru düşünüyor, zira maç boyunca kamera on dakikada bir şeref tribünü ve başkanı çekiyorlar. Futbolumuza girişi herhalde 10 yılı geçmeyen bir ritüel bu; maç sırasında ara-sıra ama her kritik pozisyon ve gol sonrası mutlaka başkan ve zevatına çevrilir kameralar. Öfkesi, sevinci, tüh nasıl kaçırdıkları kısacası onayı alınır başkanın. Sonuçta, AŞ MAŞ hikayedir, Türkiye'deki bütün takımlar başkanlarının takımlarıdır ve her maçta bu gerçek başkanların "kankitosu" televizyon yayıncıları tarafından gözümüze sokulur.


Futbolun endüstrileşmesinin bir sonucu diye bu durumu kesip atmak içimden gelmiyor açıkçası. Parayı bastıran düdüğü çalar mantığından hazzetmeyen birisi olarak, one-man-show başkanların yakın bir zamanda futbolu bitirme noktasına getireceğini düşünüyorum. İstedikleri kadar parayı kontrolsüzce harcıyorlar, transfer fiyatlarını uçuruyor, emeğe saygı duymuyorlar. Herşeyin ama herşeyin parayla, para olmazsa da pahalı avukatlarla çözüleceğine inanıyorlar. Bu adamlara bu sınırsız gücü kim veriyor? Tabii ki klüpler! Bazıları başkan bile olmadan, aldıkları hisselerle takımda söz sahibi oluyorlar; kalanlar da üyelere gösterişli transferler, kupalar, başarılar vaadedip başkanlık koltuğuna kuruluyorlar. Bu adamlar eleştiriyi de sevmiyorlar, istiyorlar ki taraftar gitsin; onların boşalttığı yerlere de sadece para vermekle yükümlü müşteriler gelsin. Bu adamların hiçbiri aslında futbolu sevmiyor, futbolu bırakın çoğunun sporla da çok ilgisi olduğunu söyleyemeyiz. (Golf gibi kodaman sporlarını bunun dışında tutuyorum.) Fakat futbolun vaadettiği başarıya bağımlılar çünkü bu çağda en kolay ve tartışmasız başarı ya futbolda ya da futbolu popüler kılan televizyonda. Bu adamlar da başkan olarak ikisinin de getireceği başarıları şimdiden garantiliyorlar.

[Jesus Gil - Atletico Madrid'i mahveden başkan]

Başarı derken bunu sportif başarı olarak görmemek lazım. Bu adamların istediği şey, yönetmek. Hiç yönetemeyecekleri kadar büyük kitleleri bir oyun sayesinde kontrol edebiliyorlar. Çoğu, siyasi parti kursa, günümüzün politikacılarının hemen hepsinden daha çok oy alır, hele bir de büyük klüp başkanıysa iktidara bile oynar. Bu adamlar için demokratik yöntemler de birer merdivendir, yukarıya çıkmalarını sağlayan sonrasında da ardından geleceklerin üzerine bir tekmeyle savuracağı bir merdiven... Gelir gelmez, kendisine kesin biat edecek yönetim kurulu kurulur, muhalifler klüpten atılır, gerekirse klübe kendi kasasından borç verilir ki bu borç onun iktidar teminatıdır. Eğer arada yönetimden birisiyle ters düşerse, kendi şirketinde yaptığının aynısını yapar, kıçına tekmeyi basar. Kısa süre içinde, onu başkan yapan mekanizmaların hepsi ortadan kalkmaya başlar. Takım kısa sürede kendi çiftliğine döner.

[Abramoviç giderse Chelsea'den geriye ne kalır]

Bugün bu duruma direnebilen çok az takım kaldı. Çoğu takımın başında futbolcularından daha fazla şan şöhret peşinde koşan adamlar var. Amerikalılar, İngilizler, Ruslar, Araplar, Türkler, İsrailliler, İspanyollar, İtalyanlar, İskandinavyalılar ve daha niceleri büyük klüpleri teker teker fethediyorlar. Bugün deliler gibi sevdiğin takımın, yarın tepeden gelme bir başkan sayesinde bütün geçmişi ile çelişen davranışlar içine girebilir ve sen hiç bir şey yapamazsın. Üzerinde lisanslı ürün yelpazesinden aldığın bu sezonun forması, cebinde kombine biletin, plazma tv'inde dekoderin sayesinde izlediğin maçta, futbolcular kadar başkanları da izlerken ister istemez düşünürsün: bu takım benim takımım mı, bu klüp benim klübüm mü?
Devamı - Takım Senin Takımın mı, Klüp Senin Klübün mü?

28.11.2009

Rekortmen Bi Fenerbahçe Vardı, Ne Oldu Ona?

Lige rekortmen başlangıç yapan Fenerbahçe, son iki maçında 6 puanı 6 golle kaybetti. Bu haftaki skorlardan sonra, bazılarının oynamadan şampiyon olunmayacağını öğrenmesi lazım. Bu arada ilginç bir durum var; Alex'i oyundan alınamayacak kadar "tabu" mu Fenerbahçe takımında?

Fenerbahçe hakkında yorum yapmaya değecek pek bir şey yoktu sahada. Maçın adamı Cenk İşler'di kanımca. Tecrübeli oyuncu, ligin aktif futbola devam eden en golcü oyuncusu; bu ünvanı boşuna almadığını bugün attığı golle gösterdi. Futbolu bırakınca özleyeceğiz, pek çok takımın kurtarıcısı olmuştu golleriyle.

Gökhan Güleç'in kaçırdığı goller Beşiktaş macerasının niye kısa sürdüğünü bize anlatıyor. Geçen yıllar anlaşılan Gökhan'a çok bir şey katmadı; Cenk'in yarısı kadar bitiriciliğe sahip olsa herhalde maç 6 farkla falan biterdi.

Herkes Moritz'den gol bekliyordu fakat kendisi golden uzaktı bugün, daha çok ortasahada top alışverişini kontrol etmeye çalıştı. İki forvetle çıkmak, Fenerin ortasahasının direncini ciddi miktarda eksiltmiş, takımının en formda oyuncusu Emre de sakat olunca, ortasaha bütün teknik becerisine rağmen Kasımpaşa ortasahasına üstünlük kuramadı. Kasımpaşa forvetleri, özellikle de Cenk sık sık geriye gelip ortasahaya yardım etti. Mutlak ortasaha hakimiyeti kuracağını düşünen Fenerbahçe defans hattı haddinden fazla ileriye çıktı, bu da hızlı Kasımpaşa oyuncularına golleri altın tepside sundu.

"Korku aklı öldürür" lafının Yılmaz Hoca'yı ne kadar etkilendiğinden bahsetmiştik. Anlaşılan Bene Gesserit öğretileri Kasımpaşa'ya yaramış; herkesin ligin en zayıf ekibi olarak gördüğü Kasımpaşa son 4-5 haftadır müthiş bir yükselişe geçti, bunu ikinci yarının ortalarına kadar sürdürürlerse bu sene ligde kalmayı garantilerler.

Devamı - Rekortmen Bi Fenerbahçe Vardı, Ne Oldu Ona?

Liverpool(Everton) - Trabzon Hattı


Malum Hikmat Karaman hadisesinden sonra Uğur Meleke yazmıştı,teknik adamlar sendika kursun diye.Yoksa daha önce Erhan Altın'ın hemen ardından Nurullah Sağlam'ın ve son olarakta Hikmet Karaman'ın başına gelenler,futbol piyasasında birbirinin türevi olarak yer alan diğer teknik adamların da başına gelecektir kuşkusuz.Tabii,greve giden memurları "sonuçlarına katlanırsınız" diye uyaran bir siyasi otoritenin hakim olduğu ülkemizde teknik direktörlerden de böyle bir cengaverliği beklememiz biraz hayalcilik olur doğrusu.Ancak geldiğimiz nokta,bunu yapmamızın farz olduğunu göstermektedir.Aynı zamanda bu,ülkenin henüz oluşmamış futbol bilincine de olumlu katkıda bulunmuş olacaktır.Bunu şöyle düşünelim:David Moyes 2002 yılından beri Everton'ı çalıştırıyor.Liverpool'la Trabzon şehirlerini coğrafik ve en önemlisi demografik olarak bir tutacak olursak,ayrıca bulundukları liglerdeki konumları da pek farklı olmayacaktır.İstanbul hegemonyasına kafa tutabilen bir Trabzon ve aynısını Londra ekiplerine karşı yapan Liverpool.Dolayısıyla potansiyellerinin aynı olduğunu söyleyebiliriz.Ancak aşağıda vereceğimiz örneklerle hangi şehrin takımının,hangi mekanizmalarla takımına,şehrine ve nihayetinde ülkesinin futbol bilincine katkıda bulunduğunu göreceğiz.

Şimdi David Moyes-Trabzon bağlantısnı sağlamlaştıralım.Everton'ın istikrarlı orta saha oyuncusu,isminden dolayı Türk kökenli olduğu söylentileri olsa da İbrahim Altınsay'dan sanıldığı gibi Türk kökenli değil İran asıllı olduğunu duyduğum Leon Osman 2002'yılından beri David Moyes'dan başka hiç bir hocayla çalışmadı.Ancak 2003'ten beri Trabzon A takımının oyuncusu olan kaleci Tolga Zengin ise bu süre zarfında içlerinde Vahid Halihodziç,Hugo Broos,Ersun Yanal,Şenol Güneş,Lazaroni gibi isimlerinde olduğu 9 teknik adamla çalışma şerefine erişti.Buna rağmen 6 yıllık süreç içerisinde hiç bir zaman tam olarak bir numaralı kaleci olamadı.Leon Osman ise son 5 senedir takımının değişilmezlerinden biri...

Everton son 7 senedir aynı hocaya emanet.Bu süre içinde hiç tarihe geçecek başarıları yok.Geçen sene FA CUP'da finallere kalmalarından başka.Trabzon ise son 7 senede iki kez Türkiye Kupası'nı kazanmış.İlginçtir,iki Türkiye Kupası'nın arkasında da 6 aydan uzun birliktelikler var.Samet Aybaba bir sezon aralıksız görev yaparken Ziya Doğan'da 8 ay gibi ciddi bir başarıya imza atmıştı(ilk Trabzon macerasında).Ancak Moyes 7 yıllık görevi boyunca takımına deyim yerindeyse sınıf atlattı ve bu 7 yılda 3 kez UEFA'ya bir kez de ilk dörde girerek Şampiyonlar Ligi'ne katılmaya hak kazandı.İlginç bir not daha:Everton'un 17. bitirdiği 2003-2004 sezonundan sonra Moyes görevine devam etti ve ertesi sezon Şampiyonlar Ligi Şampiyonu Liverpool'u geride bırakarak İngiltere Premier Ligi'ni 4. bitirdi.Trabzon ise geçen sezonun son haftalarında 3. sıradayken hocası Ersun Yanal'ı hedeflerini onunla gerçekleştiremeyecekleri için görevinden aldı ve bu sezon 13. hafta itibariyle liderin tam 13 puan gerisinde ve düşme hattıyla arasında sadece 8 puan fark var.Bu tablonun sene sonu değişeceği ihtimali de gerçekten zayıf görünüyor.

Liverpool ve Trabzon şehirlerinin ve İngiltere-Türkiye arası gelişmişlik düzeylerinin farklılığı,her iki şehrin profesyonel futbola başlaması arasında geçen neredeyse 100 senelik bir zaman dilimi,tüm Britanya Adası'nın,İrlanda adası'nın ve Afrika ülkelerinin,ülke içindeki göçmenlerin en büyük piyasasının İngiltere Ligi olması gibi daha arttırabileceğimiz bir sürü avantajdan ötürü İngiliz Futbolu'nun ya da İngiliz kulüplerinin Türkiye'de oynanan oyunla karşılaştırılamayacak düzeyde bir futbol oynadıklarını düşünüyorum.Fakat olası bir "ceteris paribus" durumunda da 7 senedir aynı hocayla devam eden Everton'ın geleceğinin,7 senede 9 hoca değiştiren Trabzon'unkinden daha parlak olacağını düşünmüyorum,böyle olacağına eminim.


Devamı - Liverpool(Everton) - Trabzon Hattı

Artık Bursa da Yarışın İçinde


Bursaspor yazımda bu takımın kendini ispat etmesi için dişli rakiplerden 3 puan almayı öğrenmesi gerek diye yazmıştım. Kabak Galatasaray'ın başına patladı, gerçi şu anki performansı ile Bursaspor, Fenerbahçe'den de evinde rahat puan alır; hatta Beşiktaş dışında her takımı evinde mağlup eder. Dün akşamki Galatasaray takımı ile kıyaslandığı zaman, tek tek oyuncu bazında zayıf bir takım olan Bursa, rakibine göre çok daha derli toplu oynayan bir takım görüntüsü verdi. Bunu daha önce de yazdım ama çok kritik bir konu; Bursaspor'da herkes gol atıyor. Rakibi Galatasaray en golcü 10 oyuncu arasına 3 oyuncu sokmuş durumda, fakat goller zaten 4-5 oyuncudan çıkıyor. 14 maçta 18 gol yemişler ki, Ligdeki 18 takım içinde 10 tanesi bundan daha az gol yemiş. Ligin en golcü takımı Galatasaray fakat Bursa ile aralarında sadece 3 gol fark var, yani gelecek hafta bu istatistik bile rahatça tersine dönebilir. Demek ki, Galatasaray'a gol atmak önemli değil, herkes atabiliyor zaten; mesele Galatasaray'dan gol yememek. Ligin Beşiktaş dışında iyi savunma yapan takımları da bunu zaten başardılar. Beşiktaş maçı ise ayrı bir konu olarak ele alınmalı...


Sonuçta, işler Bursa için daha da iyiye gitmeye başladı. Şimdi büyük takımlar Volkan ve Sercan başta olmak üzere Bursasporlu oyuncuların aklını bulandırmaya başlayacaktır. Fakat bu baskılara direnme konusunda misal Sivasspor'a göre iki büyük avantajları var; birincisi Bursa şehri ve klübü Sivas'a göre daha geniş imkanlara sahip, ikinci ve daha önemli avantajı ise Bursaspor'un sahip olduğu altyapı ve pilot takım ağıyla alttan daima kaliteli oyuncu çıkarabilmesi, Sercan'ın gitmesi halinde alternatifler hazır, Muhammet Demir kuşağının en yeteneklisi olarak A takımda görev almayı bekliyor zaten. Onun gibi daha pek çok yetenek, Bursaspor ve pilot takımlarında kendilerine şans verilmesini sabırla bekliyor.

Sonuçta Bursa, 3. sıra için en önemli rakiplerinden birini yenmeyi başardı. Galatasaray'ı tek maçta yenmeleri yetmiyor, bu formu devam ettirmeleri lazım. Galatasaray cephesinde bu mağlubiyetin bir şok etkisi yarattığını sanmıyorum, Rijkaard'a camia güveniyor ve beklentileri minimumda tutuyorlar. Bu kadro ile Galatasaray'ın Bursaspor ile üçüncülük yarışına girmesi daha mantıklı olur. Uzun vadede ortasahası ve defansının daha iyi performans göstereceğini sanmıyorum, herşey Arda-Keita-Kewell-Nonda-Baros-Elano hücum grubunun göstereceği performansa bağlı.

Devamı - Artık Bursa da Yarışın İçinde

Kimseye Yaranamayan Adam Geri Döndü


Trabzon'da beklenen adam en sonunda geldi ve 3.5 yıllık sözleşmeye imzayı attı. Trabzonspor'daki ilk Şenol Güneş devri açıkçası trajik geçmişti. Şampiyon olamayan kadroları arasında herhalde en iyi kadro Şenol Güneş'e verilen kadroydu. Mücadelesi trajik bitmiş, Trabzon 33. haftada şampiyonluğu kaybetmişti. O dönemler yönetim ve taraftarla da arası iyi değildi Şenol Hoca'nın; spor sayfalarında her hafta "Şenol Güneş istifasını verdi, yönetim onu ikna etmeye çalışıyor" tadında başlıklar görürdüm. Bana o yüzden hep çok alıngan biri gibi gelmiştir Şenol Hoca.

Şenol Güneş'i kitlesel bir fenomene dönüştüren olay ise takdir edeceğiniz gibi 2002 Dünya Kupası macerası idi. Türkiye 1950lerdeki döneminden sonra yetiştirdiği en iyi futbolcu kuşağı ile Güney Kore'ye gitti. Burada çok tartışmalı bir başarı kazandı Türkler; hiç Avrupalı bir rakiple karşılaşmadan yarı-finale kadar çıkmışlardı, fakat sonradan şampiyon olacak Brezilya ile iki kere karşılaşmış, ev sahibi Japonya'yı ve turnuvanın flaş takımlarından Senegal'i elemişlerdi. 3. maçında da diğer ev sahibi Güney Kore'yi mağlup etmişlerdi. Bu başarı, bir teknik direktörün Türk Milli Takımı'nda kazandığı en önemli başarı olarak, hala geçilebilmiş durumda değildir. Bütün bu olumlu tabloya rağmen, özellikle basın Şenol Güneş'i yerin dibine soktu, kökenlerinden dolayı ırkçı yaklaşımlarda bulundular (Türkiye'de Kürtlerle dalga geçersen faşist, Karadenizlilerle özellikle de Lazlarla dalga geçersen sadece fıkra anlatıyor olursun). Sonuçta, gelen başarı da Şenol Güneş'i memnun etmedi ve görevinden ayrılıp, daha mutlu olacağına inandığı Uzakdoğu'ya kendini attı.

Trabzonspor'da ve Milli Takım'da çok iyi kadroları çalıştırmıştı. Şu anki Trabzonspor kadrosu ile Türkiye'de çalıştırmış olacağı en zayıf kadro olacak. Açıkçası bu kadro en iyi haliyle Bursa'nın ardından ligi 5. sırada bitirebilir, takımda yaratıcı oyuncu olarak hala Yattara'dan başka kimse ön plana çıkmıyor. Gineli oyuncunun ise ne kadar keyfi oynadığını artık bilmeyen kalmadı. Şenol Güneş'e taraftar ne der bilmiyorum, fakat daha önceki dönem gibi bir şampiyonluk yarışı beklerlerse yazık olur.
Devamı - Kimseye Yaranamayan Adam Geri Döndü

27.11.2009

The House of Yılmaz Vural : Hocamızdan Bene Gesserit Öğretileri


Yılmaz Hoca'nın 3-4 yılda bir gelen, "beni anlamıyorlar hacı" dönemi yine denk gelmiş. Bu sefer NtvSpor'da dert yanmış tecrübeli hoca. Genelde bildiğimiz şeyler, kendisine bu ülkede değer verilmediği, aldığı prolisans (hala bununla övünüyor ya), üniversite bitirmesi (vay be!) ve benzeri konularda yaptığı yıllardır duyduğumuz açıklamalar. Tam da, yeter Yılmaz Hocam bıktık bunlardan derken, kendisi bizi yine şaşırtmayı beceriyor:

"...Bir gazetede okuduğu 'Korku aklın katilidir'' sözünü beğendiğini, futbolcularına cesaretli oynamayı öğrettiğini anlatan Vural, ''Bir gazetede 'Korku aklın katilidir' şeklinde bir söz okudum. Çok güzel bir laf. Bir şeyden çekinirsen, kendi kendini öldürürsün. Özgür bir kafa olması lazım. Ben futbolcuysam, futbolun gereklerini yapıyorsam, rakip ''X'' olur ''Y'' olur Real Madrid olur, hiç önemli değil. Futbolun gereklerini yapacak hale gelirsen, uygulama size o cesareti veriyor..."

Anlaşılan Yılmaz Hoca, istemeden de olsa Bene Gesserit öğretilerini almaya başlamış. Bilimkurgu ile ilgilenenlerin baştacı ettiği, Frank Herbert'in Dune serisi'ndeki akılda kalıcı sözlerden biridir "korku aklın katilidir" (fear is a mindkiller) sözü. Genç Paul Atreides, bu sözle test edilir ve korkusuyla yüzleşmesi sağlanır. Yılmaz Vural da herhalde takımını Fremenler gibi eğitiyor olsa gerek.

Rahmetli Frank Herbert, bunu okusa eminim gözlerinden iki damla yaş süzülürdü. Sevinç mi hüzün mü gözyaşları olacağına karar veremedim...
Devamı - The House of Yılmaz Vural : Hocamızdan Bene Gesserit Öğretileri

ÇK Celtics - Sixers maçındaydı


Biletimizi aylar öncesinden almanın mutluluğuyla Boston'un merkezindeki TD Garden'a yol almaya başladık. Tıngır mıngır işleyen metro hattına rağmen evden çıktıktan tam 45 dakika sonra salona giriş yapmıştık.
Amerikalılar boşuna gösterinin kralları değiller. Daha salonun içini görmeden, henüz koridorlarda bir festival havasına giriyorsunuz. Biracılar (evet Amerikalılar biraz muhafazakarlar ama spor müsabakalarında bira içip pis yemekler yemek rüyanın bir parçası), sosisçiler, patates kızartmaları, ve bir sürü yeşil insan.
Bu benim ilk NBA maçım, ve şanslı olduğumu biliyorum. Eminim Türkiye'de istatistikleri takip eden, her takımın ilk beşini sayabilen, LA Clippers'ın ikinci tur draftında hangi oyuncuyu aldığını bilen NBA fanatikleri vardır. Onlar benden daha çok hakediyor bu maça gitmeyi fakat belki de hiç bir zaman böyle bir maçı canlı seyredemeyecekler. Neyse onlara üzüleceğime ben keyfime bakıyorum.

Salona girdiğimizde maçın başlamasına 20 dakka vardı ve koltuklar neredeyse tamamen boştu. Celtics taraftarları büyük bir heyecanla kendilerini abur cubura vermişlerdi. Fakat maç başlamadan bir iki dakika önce herkes koltuklarına döndü ve işte bu muhteşem gösteri başladı.



Garnett ve Pierce'in çığlıklarıyla TD Garden yıkılıyor. Işık ve ses oyunlarından dolayı rakip takım oyuncuları eminim allak bullak oluyordur. Koltuk yerimiz pek de aşşağılarda olmasa da kortu görüşümüz muhteşem. İşte karşımda Kevin Garnett potaya asılıyor, Paul Pierce Colin Kazımvari hareketlerle ısınıyor, Ray Allen bileğini ısındırıyor, Racheed Wallace bildiğiniz gibi ama biraz daha sakinleşmiş sanki, Rajan Rondo buram buram yıldız kokuyor.



Macın detaylarına girmeye pek gerek yok, sonuçta tv'den herkes seyrediyor. Bana ilginç gelen her molada ve her arada inanılmaz atraksyonlarla seyircinin sürekli olarak ateşlenmesi. Bizdeki amigoluk kültürü olmadığı için seyirciler dev ekrandan yazılı ve görsel komutlarla koordine oluyorlar. Sadece ponpon kızlardan bahsetmiyorum. Tişört yarışması, bilgi soruları, gürültümetre, MJ gibi danseden küçük çocuk, maskot Leprikon Lucky, vs vs. 3 saat nasıl geçti insan farketmiyor. Gaz müzikler de işin cabası. İşte Welcome to the Jungle'la coşuyor Celticsliler:



Ya da Lucky milleti gaza getiriyor:



Sonuç olarak Celtics Sixers'ı zorlanarak da olsa yeniyor. İşte maçın en kritik basketi. Ben de sayı olunca heyecandan kayıdı hemen kapatmışım:



Maçı kazanıyoruz, herkes mutlu, çoğu insan sarhoş ve çiş sıraları koridorları buluyor. Fakat ne bir taşkınlık çıkaran var ne ana avrat küfür eden, herkes adam gibi sıraya girip dışarı çıkmayı bekliyor. Staddan çıkıyoruz 40 dakka içinde evdeyiz. Çok mutluyuz.

Devamı - ÇK Celtics - Sixers maçındaydı

Gerçek FM Yetenekleri : Vaclav Kadlec

Kadlec soyadını Çek futbolu için uğurlu geliyor herhalde. Michal ve Miroslav Kadleclerden sonra, bu sefer Vaclav Kadlec Çek futbolu tarafından dünyaya sunuluyor. Diğer Kadleclerin aksine, Vaclav forvet oyuncusu ve bazı Çek futbol kritiklerine göre "Rosicky'den sonra gelen en büyük yetenek."

Vaclav 17 yaşına yeni girdi ve Sparta Prag forması giyiyor. 15 yaşındayken, Liverpool kendisi ile ilgilenmiş ve Anfield'da iki deneme maçına çıkartılmıştı. Şimdi ise, bir başka adalı Chelsea, Kadlec ile ilgileniyor ve söylentilere göre 6 milyon pound'u bu transfer için gözden çıkarmışlar.

Aslında Kadlec spekülatif transferlere daha genç yaşında alışmış durumda. Futbola, 1980lerin efsane Çek klübü FC Bohemians Praha (şimdiki adı Bohemians 1905) altyapısında başlayan Kadlec, burada hep kendi yaşından büyüklerle oynamış ve gösterdiği yetenek ile aralarından sıyrılmayı başarmış. 16 yaşındayken, Çeklerin günümüzdeki vitrini olan Sparta Prag'a 400.000 avro gibi yaşına göre rekor sayılacak bir paraya transfer olmuş.

Geçen sezon, sınırlı da olsa Sparta Prag maçlarında dakika almaya başlayan Kadlec, yaşına göre bitirici vuruşları son derece düzgün ve tekniği iyi bir oyuncu izlenimi veriyor. Kendinden yaşça büyüklerle oynamaya alıştığı için, uyum sorunu çekmeyen ve fiziksel olarak daha güçlü rakiplere karşı topu saklamayı erken yaşta öğrenen bir futbolcu. Sparta Prag gibi bir takımda bulunduğu için açıkçası şanslı, 90ların efsane Çek futbolcularını yetiştiren Sparta, Vaclav için önemli bir durak olacaktır. Tahminim hemen değil ama birkaç sene içerisinde onu büyük bir ligde görebiliriz, belki Premier Lig hemen olmasa bile, Çek futbolcuların çok tutulduğu Bundesliga Vaclav için ilk sıçrama tahtası olabilir.

Gelecek genç Kadlec için ne getirecek bilinmez ama FM scoutları onu bize tanıtmakla iyi iş çıkarmışlar. Kadlec ve dün yazdığım Ljajic yazılarının bize gösterdiği acı bir tablo var: artık genç oyuncular bile müthiş paralarla transfer ediliyor; iki oyuncunun da daha kazandırdığı bir kupa ya da benzeri başarı yok, fakat telaffuz edilen rakamlar bizim ligdeki as oyunculara verilen rakamlarla yarışıyor. Fakat klüpler bu rakamları tek seferde topluca vermiyorlar, bu noktada da bizden ayrılıyorlar. Oyuncunun kazanacağı başarı, atacağı gol, oynadığı maç adedi; kısacası yeni takımında göstereceği performans da bonservisin toplam değerini etkiliyor. Külislerde, United'ın buna benzer bir bonservis sözleşmesi ile Sırp ikiliyi aldığı konuşuluyordu. (Kulisler = daily mirror gibi gazeteler) Anlaşılan, 100 bin dolara alıp milyon dolarlara satma dönemi, kısacası İlhan Cavcav gibilerin saltanatı yavaş yavaş sona eriyor, hatta erdi bile sadece pasaport sınırlandırması olup, altyapısı zayıf olan bizim gibi ülkelerde devam ediyor.

Devamı - Gerçek FM Yetenekleri : Vaclav Kadlec

Bekliyoruz!



Fotoğraf: FC Barcelona Resmi Sitesinden alınmıştır.
Devamı - Bekliyoruz!

26.11.2009

Maçta Görmediklerimiz: Adam Ljajic


Ferguson, Beşiktaş'a karşı her ne kadar geleceğin yıldızlarını çıkarmış olsa da, o tablonun en önemli iki parçası çarşamba akşamı Old Trafford'da yoktu. Tosic ve Ljajic, kimilerine 9 milyon, kimilerine göreyse 17 milyon pound'a Partizan'dan United'a transfer oldu. Ne kadar ödendiği hakkında klüp herhangi bir açıklama yapmadığı için bu rakamı sanırım asla öğrenemeyeceğiz. *

Adam Ljajic, Novi Pazar doğumlu daha 17 yaşında bir delikanlı. Sırplar onu "Küçük Kaka" diye çağırıyorlar; oyun tarzı ve oynadığı pozisyon benzediği için. Sırp ekürisi Tosic'in aksine, ortada oynamayı seven sağ ayaklı bir futbolcu. Ocak 2009'dan beri United'ın futbolcusu olsa da, Partizan'da 2010 başına kadar kalmaya devam edecek.


Aslında yetenek avcılığı konusunda, Wenger dışında rakibi bulunmayan Ferguson, Ljajic'in transferinde biraz zorlanmış. İlginçtir, Real Madrid de Sırp oyuncunun peşine düşmüş. Klasik Madrid davranışı olarak, 5 yıl sonra United'dan rekor fiyata almak yerine, 17 yaşında bir oyuncu için Sırbıstan yollarına düşmelerinin sebebi ne dersiniz? Cevap iki kelimeden ibaret: Pregdag Mijatovic. Zamanında Suker ile birlikte, Real'in en önemli gol silahlarından olan Mijatovic futbolculuğu sonrasında Real Madrid'e dönüp, orada futbol direktörlüğü yapmaya başladı. Sırpların milli kahramanlarından olan Mijatovic, genç vatandaşına sahip çıkmak istemiş ve Real yönetimini de ikna etmişti, ancak Partizan ve Ljajic gençler konusunda haklı bir şöhreti olan Ferguson ve United'ı tercih etmiş.

Sky Sports'un scout servisi (EA Sports ile birlikte çalışıyorlar) zamanında Ljajic'e 65 puan vermişti ki bu geleceğin iyi oyuncusu demek. (Sercan 62 puan almıştı) FM 2009 ve 2010 serileri için de önerebilirim bu oyuncuyu, ben Beşiktaş'a aldım bile.
Devamı - Maçta Görmediklerimiz: Adam Ljajic

BARCELONA - REAL MADRID




SAFAK 3!!!!
Devamı - BARCELONA - REAL MADRID

Türk Futbolu'nda Mahalle Baskısı ve Kavram Karmaşası



Radikal'in başlığı şöyle: "Dünyanın tek profosyenel kadın külüp başkanı 'Mahalle baskısı'na dayanamadı." Takımı olmayan şehir Tunceli'den sonra dünyaya bir ilki daha yaşatmışız da haberimiz yokmuş.

Ağustos ayında 2. Lig 3. Grup'ta oynayan Çankırı Belediyespor'a başkan olarak Sevda Karaali Şireci seçilmiş. Fakat en son gelinen süreçte Şireci İddaa gelirlerine dahil olamamalarının sebebini mahalle baskısına bağlayarak istifa etmiş. Şireci başarılı bir iş insanı ve girişimci. Fakat mahalle baskısını bu açıklamalarında hangi bağlamda kullanmış anlayamadım. Gördüğüm kadarıyla olayın sokaktaki insanla hiç bir alakası yok. Daha çok bir rant paylaşım sorunu gibi gözüküyor. İlginç bir detay ise Şireci'nin daha önce AKP'nin Çankırı Belediye Başkan aday adayı olması. Önemli bir konsepti alıp içini boşaltmanın en iyi örneklerinden biri olmalı.

Devamı - Türk Futbolu'nda Mahalle Baskısı ve Kavram Karmaşası

Man Utd 0 - Beşiktaş 1 : Akıldışılığın Sırrı

Beşiktaş'ın Şampiyonlar Ligi kariyeri, Barcelona'yı burada 3-1 yendiğimiz günden beri hiç şaşırtmadı. Barcelona, Chelsea gibi devleri yenen Beşiktaş; Liverpool ve yine Barcelona karşısında da tarihi farklarla mağlup oldu. Bu mağlubiyetlerden daha acısı, favori ya da başa baş çıktığımız maçlarda kaybettiğimiz puanlar oldu ki, bu durum Beşiktaş'ı hep asgari 2 galibiyetle grubun sonunda tuttu.

Beşiktaş'ın bu seneki Şampiyonlar Ligi kariyeri de bundan farksız değil: elimizde deplasman alınan 4 puan (maks. 9 puandan) ve içerden alınan 0 puan (maks. 6 puandan)var. Zor olan deplasman puanları kısmen de olsa alınmış, evde ise iki maç kaybedilmiş.

"Denizli'nin Beşiktaş'ın ada hüsranlarını iyi incelemiş olduğu bugün çıkardığı takımın kurgusundan belliydi."

Puanlar grubun favori takımlarından alınmış, puan beklenen iki maçtan ise (Wolfsburg 2. maç ve CSKA) puan alınamamış. Mağlubiyet, hatta farklı mağlubiyet beklenen iki maçtan ise puan alınmış. Bütün bunlara ve daha fazla istatistiğe bakarak, Beşiktaş'ın bahisçinin zihin mastürbasyonu olduğunu söyleyebiliriz. Herhalde bu senenin Şampiyonlar Ligi'nde, Rubin Kazan ile birlikte üzerine yatırılan bahislerden en çok kazandıran (ve kaybettiren) takımlardan biridir Beşiktaş.

Maça gelirsek, öncelikle şu "Manchester B takımı ile çıktı" geyiğini bir kenara bırakmamız lazım. Obertan, bu senenin en önemli transferlerinden biriydi ve sahadaydı. Keza Wellebeck ve Macheda da öyle; bu oyuncular gençler ama paf değiller. Türkiye'de bu oyuncular ayarında genç oyuncuların sayısı birkaç tanedir. (Bir tanesi klübede oturuyordu) United'ın genç oyuncuları maç boyunca oyuna hakim olmak istediler, topla oynama istatistiklerine bu durum da %60'ın üzerinde bir rakamla yansıdı. Fakat tıpkı hocaları Sir Ferguson'un da dediği gibi, "minietek istatistikler" bizden asıl sonucu gizledi: Manchester hücumlarını organize edecek bir oyuncunun eksikliği sahada hissediliyordu. Obertan ve Macheda daha çok kendi yeteneklerini göstermek için oynadılar, Anderson'a pek top gelmedi için adını birkaç kez duyduk. Gary Neville kötü bir seçimdi, zaten Neville biraderlerde Sir'ün ne bulduğunu hiç bir zaman anlamamışımdır. Gary Neville de, tıpkı Scholes gibi sadece Alex Ferguson'un kurduğu takımda iyi futbol oynayabilecekmiş izlenimi veren bir oyuncu. Kariyerinin sonlarında, bizim tecrübeli futbolcumuz İbrahim Üzülmez ile karşı karşıya izledik.

"Beşiktaş'ın üst üste oynadığı Fenerbahçe ve Manchester United maçları, takımın toparlanmasında birer milattır."


Denizli'nin Beşiktaş'ın ada hüsranlarını iyi incelemiş olduğu bugün çıkardığı takımın kurgusundan belliydi. Manchester, günümüz futboluna göre ufak modifikasyonlar yapsa da Premier Lig'in hala en "Brit" büyük takımı. Kanat akınları ve yan toplar da en önemli silahları. Bunu bilen Mustafa Denizli, sağ ve sol koridorlara çifte tümsek koyarak Manchester'ın kanat oyuncularının oyununu bozdu. İbrahim Toraman'ın sakatlanmasına kadar bu taktik de fena gitmedi. Toraman yerine oyuna giren Erhan sağ beke, Kaş da stoper'e çekilince, topu oyuna sokmada ciddi problemleri olan Erhan'ın kanadı tıkandı. O bölümden Macheda ile gelişen ataklar (sonra Evra da dahil oldu) son yarım saatte çok sıkıntı yarattı. Sol kanatta ise, ilk yarının etkin ismi Obertan İbrahim Üzülmez tarafından oyundan gittikçe soğutuldu. Maçın sonlarına doğru Obertan ayaklarıyla geçemediği Beşiktaş sol kanadını hava topları ile geçmeyi denedi fakat Beşiktaş'ın en güçlü yeri olan stoper mevkii bugün yine formdaydı.

Beşiktaş'ın üst üste oynadığı Fenerbahçe ve Manchester United maçları, takımın toparlanmasında birer milattır. Bu iki dişli rakip takımın toparlanmasını sağladı, bazı pozisyonların oyuncuları artık kesinleşti, takımda taşlar da yerine oturmaya başladı. Fakat bu iki maçta da görülen iki önemli sorun hala takımın başını ağrıtmaya devam ediyor. Birincisi, takım baskılı temposunu en fazla 45 dakika sürdürüyor ve sonrasında fiziksel olarak ciddi anlamda yıpranıyor. Bugün pek çok oyuncu da sakatlıkların çıkması, iki tanesinin de oyunu bu yüzden terketmek zorunda kalması tesadüf değildi. Beşiktaş belli ki takım olarak son 5-6 günde çok yıpranmış. Özellikle yaşlı oyuncular bu tarz bir tempoyu üst üste kaç maç kaldırır bilemeyiz. Denizli de herhalde bunun farkındadır en ilk büyük arada takımına gerekli kondisyonu yükleyecektir.

"İlginç bir durum, Beşiktaş'ın formundaki yükselişte Nihat'ın sahip olduğu rol. Beşiktaş Nihat'sız daha iyi oynuyor gibi; acaba yıllar sonra yaşanan eve dönüş iki tarafa da hayırlı gelmedi mi? "


İkinci problem birincisi ile yakında alakalı bir durum, o da kadronun derinliği. Taşlar yerine oturuyor dedik; oturdukça görülüyor ki belirli pozisyonların adamları sadece bir kişi, alternatifi yok. Daha doğrusu alternatifi olsun diye alınan oyuncular daha bu seviyede değiller. En ciddi problem sağ bekte yaşanıyor: İbrahim Kaş günümüzün beklerinden beklenilen özelliklere sahip bir oyuncu değil, tek avantajı Türkiye'nin en hızlı stoperlerinden biri olması bu da onu bek için geçici çözüm yapıyor. Erhan ve Rıdvan bu pozisyon için alınan futbolcular fakat şu an için İbrahim Kaş'tan bile daha iyi durumda değiller ki yedek ya da kadro dışı kalıyorlar. Bir başka sorunlu bölüm, Ernst-Fink ikilisi'nin yerinde. Biliyorum şu an Beşiktaş'ın en iyi çalışan departmanı gibi görünen Bundesliga ürünü ikili her maçta takımın iki yönlü bütün yükünü çekiyor ve özellikle yüksek tempolu maçlarda çok yoruluyorlar. Burası için elimizdeki diğer alternatif -benim saçlarından dolayı David Ginola'ya benzettiğim- Uğur İnceman. Fakat Uğur bir ortasaha oyuncusunun sahip olması gereken insiyatif kullanma isteğine pek sahip değil. Mücadele ediyor fakat top dağıtımı ve pozisyon alması yeterli olmadığı için ortasahada çırpınan bir stoper izlenimi vermekten öteye gitmiyor oyunu. Denizli de durumun farkında olduğundan, Uğur'a göre topla arası daha iyi olan ve fizik gücü yerinde Ekrem Dag'dan bir defansif ortasaha oyuncusu yapmak istemişti. Fakat koridor tipi oynamaya alışmış Ekrem, bu pozisyonda kendisini dar alana sıkışmış hissettiğinden etkili olamadı. Nitekim, Denizli de ısrarından vazgeçip Ekrem'i kanatlarda kullanmaya başladı. Beşiktaş'ın yakaladığı bu formda Fink ve Ekrem'in doğru yerlerini bulmalarının payı yadsınamaz.

"Tello, çok yönlü bir oyuncu gibi gözüken fakat iddialı olduğu her pozisyona dair ciddi eksikleri olduğundan aslında pozisyonu olmayan, hatta net rolü bile olmayan bir futbolcu."

İlginç bir durum, Beşiktaş'ın formundaki yükselişte Nihat'ın sahip olduğu rol. Beşiktaş Nihat'sız daha iyi oynuyor gibi; acaba yıllar sonra yaşanan eve dönüş iki tarafa da hayırlı gelmedi mi? Beşiktaş'ın şu an kadro yapısı ile Nihat üzerinden bir oyun kurması zor, elimizde ne Nihat'ı besleyecek bir Valery Karpin - Xabi Alonso ikilimiz var, ne de ilerde Nihat ile beraber çalışacak Kovaçeviç tarzı bir kulemiz... Nihat'ın Beşiktaş'ta taşlar yerine oturdukça, kendine uygun bir rol kapması lazım, aksi halde ilk 11'ün bütün sandalyeleri çoktan kapılmış olacak.

Tello hakkında bir şeyler yazmak açıkçası içimden gelmiyor. Bu maçta bize galibiyeti getirdiği doğru fakat Tello'nun Beşiktaş'a vereceklerinin artık sonuna gelindiğine inanıyorum. Tello, çok yönlü bir oyuncu gibi gözüken fakat iddialı olduğu her pozisyona dair ciddi eksikleri olduğundan aslında pozisyonu olmayan, hatta net rolü bile olmayan bir futbolcu. O ve onun gibi futbolcular günümüz taktiklerinin bug'ları. Ne tam bir oyun kurucu, ne tam bir kanat oyuncusu, ne de tam bir ortasaha box-to-box oyuncu; Tello sadece Rodrigo Tello. Bir maç çıkar şutunu atar, maçı çevirir fakat bir dahaki maç ne yapacağını Tanrı bilir.

Maçın en güzel anı ise, Tello'nun golü değil, Batuhan'ın oyuna girdiği andı. Siyah-Beyaz forma ile kendisini görmeyeli uzun süre olmuş, çok özlemişiz. Batuhan, ikinci yarının en flaş oyuncusu olacak diye düşünüyorum. Siz bu maçtaki heyecanlı ve acemi hareketlerine bakmayın, Batuhan Türkiye'nin açık ara en yetenekli oyuncusu. Bizi de yanlış çıkaracağını sanmıyoruz.

Sonuç olarak, biz ne kadar rasyonel hale getirmeye çalışsak da, bu galibiyet akıldışılığa delalettir. Bu sonuçtan sonra CSKA maçı ile ilgili hiç bir yorum yapamıyorum...




Devamı - Man Utd 0 - Beşiktaş 1 : Akıldışılığın Sırrı

25.11.2009

Takımı Olmayan Şehir: Tunceli


Tunceli, profesyonel ve amatör liglerde takımı olmayan tek ilimiz. Açılımlarla, kapanımlarla, kırılan potlarla, Dersim tartışmalarıyla ilerleyen gündemimizde pek de seslendirilmeyen bir gerçek. Even Tunceli çok da büyük bir şehir değil ama hiç bir takımının olması nasıl mümkün olabilir?
Tunceli futbol liglerinde en son 1990'da Tuncelispor'la 3. Lig'de mücadele etti. O günden bu güne takım bir kaç kere tekrar kurulmak istense de herhangi bir başarı sağlanamadı. Bu ay Dersim tartışmalarının gögesinde bir gurup genç Tunceli'de yeni bir takım kurmak için kolları sıvamış. Takımın adı da Dersimspor olacak! Vali de bu gençlere destek veriyor. İnternetten araştırdım ama henuz takım adına bir websayfası göremedim. Aslında halihazırda bir Dersimspor var. Ama Almanya'da mücadele ediyor. Stuttgart/Ludwigsburg ve cevresindeki Dersimli gencler tarafindan 1995 yilinda kurulmuş. Benim naçizane bir önerim var. Tuncelili gençler hiç uğraşmasın. Direk bu takımı Almanya'dan ithal edelim. Böylece altyapı ıvır zıvırla hiç uğraşmadan rahatça 2. Lig'de oynayacak gül gibi bir takımımız olur. Bize de böylesi yakışır.

Devamı - Takımı Olmayan Şehir: Tunceli

35 buçuk atmak!


Olay 2005 yılından yanılmıyorsam, İzmir'deki yerel bir kanal Karşıyaka ile ilgili yorumlar yaparken, bir anda olaylar gelişir...





Devamı - 35 buçuk atmak!

En İyi "Kırmızı"

"I spent a lot of money on booze, birds and fast cars. The rest I just squandered."
"İçkiye, kadınlara ve hızlı arabalara çok para harcadım, gerisini ise çarçur ettim."
George Best

Bugün, Dünya Kupası'nda hiç oynamamış herhalde en büyük futbolcu olan George Best'in ölüm yıldönümü. Biz kaçırdık, büyüklerimizden duyduk onun methini; fakat yine de "5. Beatle"a saygımız sonsuz...



Devamı - En İyi "Kırmızı"

Fenerbahçe - Honved Maçında Şike İddiaları


"Kasım Ayı, Şike Ayı" dedik, ortalık yavaş yavaş şenlenmeye başladı. Uluslararası şike operasyonu -ucundan olsa da- bizim büyüklere bulaşmaya başladı. Fenerbahçe - Honved arasında oynanan Avrupa Ligi maçında Honved'in şike yaptığı ortaya çıktı. Maçı Fenerbahçe 5-1 gibi farklı bir skorla kazanmıştı.

İddialar şimdilik Fenerbahçe'nin olayla bir ilgisi olmadığı yönünde, herhalde Honved'e gol bahsi için bolca yemesi tembihlendi, Honvedliler de bunu başarıyla yerine getirdiler.

Şimdilik şike iddiaları bizim takımların etrafından dolanıyor, UEFA'nın elinde Türkiye'de de oynanan bazı maçların dosyaları olduğunu biliyoruz fakat soruşturmalar devam ettiği için net bir şey ortaya çıkmış değil.

Honved'e ise üzüldüm, Kocsis ve Puskas gibi oyuncuları çıkaran, "Büyük Macaristan" futbol takımının bel kemiği Honved'in içine düştüğü hal gerçekten üzücü. Takımın Amerikalı sahibi George Hemingway'in olaylarla bir ilgisi var mı bilinmez, fakat herhangi bir ilgisi çıkması durumunda ikinci bir "Tapie" * vakası yaşanabilir.

Bakalım bizim liglerdeki maçlar ne zaman patlayacak?

* Bernard Tapie, Olimpique Marseille'in 1986-94 yılları arasındaki başkanı. Takıma lig şampiyonluğu ve Fransa'ya ilk şampiyon klüpler şampiyonluğunu kazandırdı. Fakat ligde yaptığı şike ortaya çıkınca (Valenciennes Maçı), Marseille şampiyonluğundan oldu, Avrupa kupasını elinde tutabildi. Finansal sıkıntılardan dolayı da federasyon tarafından 2. lige düşürüldü. O. Marseille bir daha asla Papinli kadrosunun günlerine geri dönemedi.

Devamı - Fenerbahçe - Honved Maçında Şike İddiaları

Kazım Doğru Söyleyip Yanlış Yapıyorsun

Colin Kazım Richards herhalde twitter denilen medyayı en etkili şekilde kullanan futbolcumuz. Beşiktaş maçı öncesi yaptığı yorumlarla ilgi çeken twitter sayfasında, Kazım şimdi de gördüğü kırmızı kartın da etkisiyle hakemlere çatmış. Twitter'ında böyle bir şeye rastlamadım, gerçi gördüğüm kadarıyla kendisi ya antremanda ya da twitter'da. (İkisi birden de yapıyor olabilir!)

Asi ruhlu bu arkadaş, niye Avrupa'da Türk hakemler yok diye soruyor. Ben kendimce yanıtını vereyim: Avrupa'nın hangi ülkesinde her pazar akşamı hakemler idam mangalarına teslim ediliyor? İnfazcıların çoğunun eski hakem, ya da zamanında sahada bin türlü aldatmayı yapmış eski futbolcular olduğu düşünüldüğünde dışardan Türk futboluna bakan hangi aklı selim insan Türkiye'den herhangi bir hakeme üst düzey bir maçı teslim eder. Hakemlik müessesesi, Türk futbolundaki en zayıf ayağı oluşturmakta. Hakemlerin herhangi bir koruması yok, her kararları töhmet altında kalıyor ve paranoyak bir iklimde maç yönetmeleri bekleniyor. Bu da çoğu zaman hakemleri olduklarından daha tavizden uzak, daha katı ve daha gerilimli bir hale sokuyor. Sorgulanan otoritesini, bazen gereksiz kartlar saçmak uğruna sahada onbinlerin küfrü, futbolcunun dayılanması karşısında yeniden kurmaya çalışıyor. İşte tam da bu yüzden, belki Avrupa'da çok da dikkate alınmayacak bir söz burada hakem için ölümcül bir hakarete dönüşebiliyor. Sonrasında çıkan kart, oyundan atılmalar ve hakemin kendi meşruiyetini gerilimle yeniden kurmasını sağlıyor.

Kazım kardeşim, sen Londra'da doğup büyüdüğün için bilemeyebilirsin ama buralarda otorite ancak korku ve baskı ile sağlanır. Herkes elindeki araç ve imkanların sınırında karşısındakine bu baskıyı kurar. Sevgi ve saygı burada otorite sağlamaz, en fazla hürmet sağlar ama ne şirketini, ne takımını, ne de maçını bu şekilde yönetebilirsin. Büyük olasılıkla, daha sevgi dolu bir ortamda büyüdün, hayatını mücadele ile geçirmek ve bu süreçte rakiplerin ile dalga geçmek sizin oralarda doğal karşılanıyor, fakat burada pek çok insanın hayatta tek sevdiği şey tuttuğu takımlar, ve onlara karşı da hastalıklı mazoşist bir sevgi besliyorlar. Burası Premier League değil koçum, "I hate Beşiktaş" dersen kötüsün ama taraftar "Y... ye Fener!" diye şarkı tutturabilir, o ayrı; çünkü o taraftar, iyi günde kötü günde de takımının yanında olan, iyi günde seven, kötü günde döven, cefakar, fedakar ve zavallı taraftar. Sen ise East London'dan gelmiş "milyarlık eşek"sin bunu unutma!

Sen böyle yazdıkça bazıları aklı evveller de senin yeteneğini sorgulamaya başlamışlar. Tam da, doğduğun ülkenin en büyük yayıncı kuruluşu senin hakkında "Dünya Kupasına gidemeyecek yıldızlar arasında" tespitinde bulunduğu zaman. 15 yıldır yalnız yaşadığını, kısacası birey olduğunu, hatamla doğrumla beni sevin ama hala anasının babasının kucağından ayrılmamışlar bana babalık yapmasın diye yazmışsın bugün. Londra'da nasıl denir bilmiyorum bru; ama "doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar" diye lafımız vardır. Aman dikkat et, gördüğün tek kırmızı kart geçen maçta gördüğün olsun...

Saha içinde ise, bu söylediklerinin tam tersi şekilde davranıyorsun be Kazımcığım. Hırslı biri olduğun aşikar, ama yeteneklerinin hırsının gerisinde kalmasına izin veriyorsun. Dışarda söylediğin sürüyle doğru şey, sahada yaptıklarında berbat oluyor. Halbuki, biraz Pascal'dan ders alsan hazır kendisi de Devler Ligi'nde salya sümük ağlarken. O zaman, Samandıra'nın orta yerine işesen bile kalpten fenerli sayarlar seni...
Devamı - Kazım Doğru Söyleyip Yanlış Yapıyorsun

24.11.2009

the Guardian'da Mesut Özil Yazısı


En iyi futbol bloglarından biri olan the Guardian Sport Blog'da, güzel bir Mesut Özil yazısı yayınlandı. Son maçta (Freiburg), takımının 6-0'lık galibiyetine 1 gol 4 assist ile katkısı bulunan Özil için, yazıda Bundesliga'nın en iyi oyuncusu olduğu iddia ediliyor. Özil'in oynanan 12 maçta 6 gol ve 9 assisti bulunması bu iddiayı doğrular nitelikte.

Yazıdan göze çarpan bazı noktalar ise şunlar:
* "Çocukken herkes gibi ben de Zidane'nın hareketlerini yapmaya çalışırdım, bunları diğerlerine göre daha kolay becerdiğimi gördüm" diyor Mesut, ayrıca kendisini "tekniğimi Türk tarafımdan, disiplini ise Alman tarafımdan" aldım diyecek kadar da iki tarafa da ait hissediyor.
* Santra öncesi Kuran'dan ayetler okumasından bahsediliyor. Bizim için çok ilginç olmayan bu detay anlaşılan ülkesinde ciddi müslüman nüfus sahibi İngilizler için hala ilginç bir detay.
* Wenger'in takipte olduğundan bahsetmişler. Gerçi 21 yaşındaki Mesut, Wenger standartlarına göre kartlaşmış durumda ve Arsenal'ın pek ödemeye yanaşmayacağı bir bonservisi var. Ayrıca her yetenekli Alman oyuncu gibi adı Bayern Münih ile anılıyor; Ribery'nin olası transferinde (artık gitsin de biz de kurtulalım bu bitmeyen dedikodulardan), Bayern'in yerine düşündüğü ilk isim Özil imiş.

Yazının tamamı burada, vaktiniz varsa okuyun derim. Türk asıllı olmasının ötesinde, burnu büyük İngilizlerin, Almanya'dan bir oyuncuyu beğenmeleri gerçekten çok ilginç bir durum. Almanlar, futbol ekolü olarak İngiltere'de en zayıf temsil edilen ülkelerden biri, belki bu yazıyla gözler Özil'e ve Bundesliga'ya kayar, zira Almanlar futbolda büyük bir değişim yaşıyorlar, yakında bunun patlaması olur merak etmeyin.

Keşke Türkiye'de oynasa diyeceğim ama artık çok geç, Mehmet Scholl gibi Özil'i de Almanlar kaptırmadı, bize yine "en iyi ikinciler" kaldı.

Fotoğraf: The Guardian Blog'undan alınmıştır.
Yazıyı bulup bizimle paylaşan Can'a teşekkürler, gözümüzden kaçmıştı...

Devamı - the Guardian'da Mesut Özil Yazısı

Futbolumuzun Değişmeyen Gerçekleri


Hugo Broos'un kovulması ile ilgili Trabzonlular ne düşünüyor diye taraftar forumlarına girdim ki, gördüğüme inanamadım: yönetim ilginç bir karar alarak teknik direktörü kovmakla yetinmemiş, ardından Sylva, Egemen, Song, Gökhan ve Engin'i de kadro dışı bırakmış. Egemen'den bu olaylardan sonra -haliyle- kaptanlığından alınacağı konuşuluyormuş. Kadrosu zaten çok derin olmayan Trabzonspor'un, takım içinde ağırlıkları olan 5 önemli oyuncusunu birden kadrodışı bırakması ancak parasal bir krizle açıklanabilir. Forumlarda da zaten benzer dedikodular dolaşıyor, alacaklarını alamayan oyuncuların huzursuzluğunda başı çeken oyuncuların ve kaptanın kadro dışı kalması ancak bu sebeple açıklanabilir.

Aslında parasını alamama olayı futbolumuzun değişmez bir gerçeği. Sadece futbolumuzun değil, serbest çalışmaya bir şekilde bulaşmış herkes bu ülkede yapılmış iş karşılığı alınacak paranın ne kadar zor ele geçtiğini bilir. Karşındaki kişi, ödemeyi yapmamak, yapsa da eksik vermek için bin dereden bin türlü bahane getirir. Dünyanın bütün düzgün işleyen ekonomilerinin temel prensibi olan borcuna sadık kalma durumu nedense bu topraklarda bir türlü vuku bulmaz. O yüzden herkes biraz borçlu, biraz da alacaklıdır. Ekonomik arafta yaşayanların çoğunluk olduğu yerde, futbolcuların da bundan nasibini alması çok da şaşırtmıyor aslında. Asıl şaşırtan olay, bu konuda haklı tepkisini gösterenlerin hala şu zamanlarda bile köle muamelesi ile karşılaşması. Bir oyuncu oynadığı süre içinde parasını alamıyorsa ve hep bahanelerle oyalanıyorsa, onun işini doğru YAPMAMA HAKKI VARDIR! Özellikle yabancı oyuncular bu konuda çok hassaslar ve sözleşmelerine gerekli maddeleri koyuyorlar. Ters bir durum olunca da haklı tepkilerini ortaya koyuyorlar. Yerli oyuncular ise, "takımı satmakla" suçlanıp taraftar aslanlarının önüne parçalanmak için atılıyorlar adeta. Onlar "milyarlık eşekler" değil, "borçlu katırlar" olabilirler en fazla...

Futbolun profesyonelleşmesi, sektörün endüstri gibi çalışması istenirken bir yandan da çalışan haklarının korunmaması tam bir mesnetsiz kapitalizm ürünü. Bunda yine asıl suçlu futbolcular; sektörün kilit elemanları olarak, kendilerini koruyacak bir organizasyon ya da sendikal yapılanma kuramadılar. Menejeleri sayesinde bin parçaya bölünmüş profesyonel futbolcu cemaati, kendini kurtarma şiarından bir çıksa, belki de futbolun önü açılır. Klüpler ödemelerinde ve bonservislerde daha dengeli bir politika izler, bonservislere milyon dolarları bayılacakları yerde, futbolcularına düzgün maaş vermek zorunda hissederler kendilerini. Bu aralar pek moda oldu ya, her klüp kendi büyüklüğünü şairane sözlerle betimlemeye çalışıyor, "duruşlar" uyduruyor kendine, bu boş işleri bırakıp çalışanlarına maaşlarını ve ödemelerini düzgün şekilde yapsınlar, asıl büyüklük borcuna sadık kalmak değil midir?
Devamı - Futbolumuzun Değişmeyen Gerçekleri

23.11.2009

Kaleci Kedi Kurtardı


Pazartesi haftanın ilk günü, herkes iş başı yaptı ve muhtemelen hayattan nefret ediyor. Biraz hafif postlar koymanın faydası var. Bu haber Hırvatistan'dan. Kaleciler çeviklikleri ve sağa sola atlayıp zıplamaları yüzünden kedigillerle özdeşleştirilirler.
Burada durum farklı. Hırvatistan 1. Ligi takımlarından Medjimurje Cakovec'in kalecisi Ivan Banovic, sahaya giren bir kediyi zarar görmesin diye saha dışına çıkardığı için hakemden sarı kart görmüş. Hakemin sarı kart gösterme sebebi kalecinin kendisinden izin almadan sahadan çıkması. Taraftarlar ise hakemin bu insafsız tavrını uzun süre protesto etmişler. Fotografta Banovic kediyi kurtarırken gözüküyor (ya da internette birisi alakasız bir fotoğrafı böyle taglemiş). Kediye ve Hırvatistan futbol camiasına büyük geçmiş olsun. Az sonra, otobanda yaralanan arkadaşını kurtarırken kendi hayatını tehlikeye atan köpeğin hikayesi..

Devamı - Kaleci Kedi Kurtardı

21.11.2009

Beşiktaş 3 - Fenerbahçe 0 : Şampiyon Olduğunu Hatırlamak

Maçın kilidi 4-2-3-1'de gizliydi. Bundesliga menşeili orta ikili ile Beşiktaş göbeğe çapa attı, buradan Alex başta olmak üzere ortada oynayan oyuncuların hiç birinin geçmesine izin vermediler. O yüzden kanatlarda açık oynayan Fenerbahçeli futbolcular ortaya kaymak zorunda kaldılar. Burada da Serie A lisanslı Beşiktaş stoperleri Fenerbahçenin ataklarını başarıyla savuşturdular.

Orta sahanın önünde oynanan Serdar-Yusuf-Ekrem üçlüsü, Alman çıpası sayesinde oynadıkları süre boyunca diri kaldılar ve kazanılan toplarla hızlı hücumlara çıktılar. Fenerbahçe'nin ortadaki oyuncuları kilitlenince, yük Roberto Carlos ve Kazım'a yüklendi; Roberto Carlos eski günlerinden kısa dönemler yaşattı maç boyunca. Beşiktaş taktiksel avantajı maçın başından ele geçirince, Fenerbahçeli oyuncular rakiplerine göre daha üst düzeyde olan bireysel yeteneklerine güvenmek zorunda kaldılar. İlk yarının sonundaki serbest vuruşun direkten dönmesi bu çabanın kırılma noktasıydı; bu pozisyonda da Rüştü, Carlosa nispet yaparcasına eski günlerinden bir esintiyi İnönü'ye getirdi.
Denizli'nin taktiği, günümüz futbolunun klasik reçetesine dönüşmüş olsa, hücumcu beklerin hala Türk futbolunda etkin bir rol almaması bu maçı bir istisnaya dönüştürdü. İbrahim Toraman ya da İbrahim Üzülmez, ikisi de bu tarz bir oyunun bekleri değil fakat bu maçta iyi motivasyon ve mücadele ile bugünlük birer hücumcu bek gibi davrandılar. Uzun vadede benzer bir performans beklemek, hele şampiyonlar liginde bunu beklemek Beşiktaş için ciddi hezimetlere sebep olabilir.
Fink-Alex ikilisi ligimizde Alpay-Hakan çekişmesinden sonra derbilere gelen en önemli ikili mücadeleyi sunmaya aday. Süperkupa finalinde Alex Fink'in markajına rağmen biri penaltıdan olmak üzere iki gol atmıştı. Bu maçta ise sahne Fink'indi: hem Alex'in aktif olacağı bölgeyi iyi kapattı, hem de attığı muhteşem gol ile maçın kilidini çözdü. Fink çok ilginç bir oyuncu; ortasahada defansif olarak çok etkili, top dağıtımlarına çok karışmıyor ama defansta işi bittiğinde ceza sahası önüne süzülüp, oralardan tehlikeli şutlar atabiliyor. Ernst ile beraber birbirlerinin özelliklerini tamamlıyorlar ve Beşiktaş'a Avrupa takımı kimliğini veriyorlar. (Bunu sağlayan diğer oyuncular Ferrari ve İsmail)
Bobo niye iyi bir golcü olduğunu bu maç gösterdi, onun formda olduğu bir takımda Nobre ancak 3. yedek (Batuhan'ın ardından) olabilir. Fenerbahçe'de yabancı oyuncular ise "overrated" durumdalar. Beşiktaş'ın aksine Fenerbahçe'nin en kritik oyuncularının çoğu Türk: Emre ve Kazım bu oyuncular arasından hayal kırıklığı yaratan oyunculardı. Emre'nin mücadelesi kimle ya da neyle bilmiyorum fakat bunun ne Beşiktaşla ne de Fenerbahçe ile olmadığı kesin, her maça kendi kavgasını vermek için çıkıyormuş gibi bir hali var. Benzer bir durum Kazım için de geçerli, kendisi fazlasıyla şımartılmış durumda ve böyle giderse önemli bir yeteneği kaybedeceğiz. Volkan ve Gökhan Gönül maçta çok etkili değillerdi, Gökhan sola kayıp o bölgeden etkili bir şut attı, gollerde ise Volkan'ın yapacağı çok bir şey yoktu. Mehmet Topuz orta alanda oynayacak boşluk bulamadı, bulduğu kısa anlarda etkili bir şeyler yapmaya çalıştı fakat yetersiz kaldı.

Beşiktaş'ın ikinci yarıda tempoyu kontrollü şekilde düşürüp, ardından peş peşe 2 gol bulması bence Fenerbahçe'nin yakından incelemesi gereken bir konu: Ernst-Fink ikilisinden çok daha güçlü ortasaha oyuncuları ile Avrupa Ligi'nin üst kademelerinde karşılacaklar. Aynı şekilde Alex'in kilitlendiği maçlarda Topuz ve özellikle Özer Hurmacı'nın yaratacağı alternatif hücum kanalları Fenerbahçe için çok kritik önem arz edecek gibi.

Serdar Özkan'ın geleceği en merak ettiğim konulardan biri. Serdar 4 yıldır aynı durumda, ikinci bir "Genç Semih" vakası ile karşı karşıya olabiliriz. Beşiktaş'ta kalıcı bir edinmesi için Serdar'ın önce bunu mental olarak kabul etmesi lazım, girdiği pozisyonlarda müthiş bir beceriksizlik gösteriyor. Fink ve Bobo'nun golleri olmasa, Serdar'ın performans 90 dakika kaldığı bir maçta ters tepebilir. (Bkz. Galatasaray Maçı)

Sonuçta, temposu yüksek bir maç oldu. Dönem dönem futbol kalitesi yüksekti, Fenerbahçe de gol atabilirdi fakat özellikle ikinci yarıda taktiksel olarak çöktüler, sonrasında gelen kırmızı kart da mental olarak çöküşü getirdi. 3. gol ofsayttı diye düşünüyorum, fakat ne olursa olsun İbrahim Üzülmez'in kestiği topu Uğur İnceman'ın Volkan'ın bacakları arasından kaleye göndermesi ancak FM dünyasında olur sanıyordum, bugün yanıldım.

Beşiktaş, geçen senenin şampiyonu olduğunu hatırladı ve taraftarına hatırlattı. Umarım sezonun kalan bölümlerinde de unutmaz.
Devamı - Beşiktaş 3 - Fenerbahçe 0 : Şampiyon Olduğunu Hatırlamak

20.11.2009

TEBRİKLER MİLLİYETÇİ OKAN ÇEVİK!!!


Galatasaray Kulübü'nde, erkek basketbol takımındaki Cemal Nalga skandalının sarsıntıları sürerken, hatası olduğu gerekçesiyle görevine son verilen antrenör Okan Çevik, spor kamuoyundan özür diledi, ancak olayın kamuoyuna yanlış aktarıldığını iddia etti.

Görevine dün son verilen Okan Çevik, yazılı yaptığı açıklamada, sezon öncesi EnBW Ludwigsburg ve Deutsche Bank Skyliners takımlarıyla yaptıkları hazırlık maçlarında Cemal Nalga'nın, cezasından dolayı başka bir takım arkadaşının forması ile maçlara çıktığı konusunda tüm yazılı ve görsel medya kuruluşlarında haberler yapıldığını hatırlatarak, ''Söz konusu olayın kamuoyuna yanlış aksettirildiğini ve yanlış yönlendirildiğini üzülerek görmekteyim. Bu üzücü olay, kamuoyuna cezalı oyuncumuzun, cezasının sezon başlamadan tamamlanması ve böylece başlayacak sezonun resmi maçlarında oynayabilmesi amacıyla yapılmış gibi yansıtılmış, en azından öyle bir izlenim uyandırılmıştır'' dedi.

Çevik, bu hatalı davranışın, Beko Basketbol Ligi'nde ya da Türkiye Kupası'nda cezalı bir oyuncuyu oynatarak, haksız bir avantaj yakalamaya yönelik bir amacı ve sonucu olmadığını savunarak, şu görüşlere yer verdi:

''Oyuncumuza verilen cezanın niteliği itibariyle, sezon öncesinde tamamlanması için böyle bir uygulamaya gerek olmadığını belirtmek isterim. Bu talihsiz olay, tamamen milli duygular nedeniyle kapıldığımız heyecan ve hezeyan nedeniyle meydana gelmiş olup, niyet itibariyle Galatasaray adına ve ruhuna leke düşürmek amacında değildir. Sezon öncesi, hazırlık amacıyla 16 Eylül tarihinde Cibona Zagreb ile yaptığımız Uluslararası İstanbul Cup Turnuvası maçında, oyuncumuz Cemal Nalga, rakip takımdan Jamont Gordon ile tartıştığı için diskalifiye edilmiş ve tedbirsiz olarak Basketbol Federasyonu Disiplin Kurulu'na sevk edilmiştir. Basketbol Federasyonu Disiplin Kurulu tarafından bu oyuncumuza 5 maç ceza verildi ve 24 Eylül tarihinde tarafımıza tebliğ edildi.

Ceza verildiği tarihte Deutsche Bank Skyliners ve EnBW Ludwigsburg takımlarıyla hazırlık maçları yapmak üzere Almanya'daydık. Yurt dışında yaşayan gurbetçilerimizin yoğun ilgisi ve sevgisi ile karşılandık. Diğer kulüplerin taraftarları olan gurbetçilerimiz dahi üzerlerinde kendi takımlarının formaları ile gelip sevgilerini gösterdiler. Aynı şekilde, orada yaşayan Türklerden olduğu kadar Galatasaray adından dolayı Almanlardan ve diğer yabancılardan da büyük ilgi gördük. Avrupa'da adeta Türk olmanın bir markası haline gelmiş Galatasaray Kulübü'nün takımı olarak hem Türklerden, hem de yabancılardan gördüğümüz yoğun ilgi ve sevgi hepimizi derinden etkiledi. Öyle ki oynayacağımız müsabakalar, aslında sezon öncesi yapılan sıradan hazırlık maçları olmasına rağmen, oyuncularımız ve teknik heyet olarak bizde adeta Avrupa'da oynayacağımız bir kupa maçı, hatta milli maç baskısı oluşturdu. Temel amacı takımın eksiklerini görmek ve tamamlamak olan sezona hazırlık maçlarını, mutlak kazanmamız gereken mücadeleler olarak görmeye başladık. İçine girdiğimiz bu psikoloji ve ruh hali nedeniyle yoğun bir kazanma arzusuna kapıldık ve çok büyük bir hata yaparak, eksik ve sakatımızın fazla olmasından dolayı, takımı güçlendirmek adına, cezalı durumdaki oyuncumuzu sakat olan diğer oyuncumuzun forması ile oynattım.''

Okan Çevik, Cemal Nalga'nın, sezon başlamadan önce yapılan özel bir müsabakada ceza aldığını, o nedenle bu cezasını, hazırlık maçlarında oynatılmayarak da çekebileceğini hatırlatarak, ''Eğer sezon başlamadan oyuncunun cezasını tamamlamak amacı güdülseydi, birkaç gün içinde beş hazırlık maçı yapılarak, söz konusu ceza doldurulabilirdi. Bu üzücü olay, Cemal Nalga'ya verilen cezayı çiğnemek amacıyla değil, Almanya'da, Alman takımları ile oynamamızdan, orada yaşayan vatandaşlarımızın ve diğer milletlerden insanların Galatasaray adına ve takımımıza gösterdiği yoğun ilgi ve sevgiden dolayı girdiğimiz milli duyguların oluşturduğu yoğun motivasyondan kaynaklanmıştır'' şeklinde görüş belirtti.

Tek amacının, takımına gösterilen desteğe yaraşır bir mücadele gücüne sahip olmaya çalışmak olduğunu ifade eden Çevik, açıklamasını ''Sportif ruha ve Galatasaray'ın geleneklerine aykırı şekilde, herhangi bir haksız kazanımın peşinde asla olmadım. Her şeye rağmen taraftarımızdan ve tüm spor kamuoyundan, bu yaşananlar için özür dilerim'' ifadesiyle tamamladı.


Devamı - TEBRİKLER MİLLİYETÇİ OKAN ÇEVİK!!!

19.11.2009

Forvetsiz Bir Dünya Mümkün - 01 : Yasak Avcıların Son Günleri


"Poacher" kelimesinin sözlükteki Türkçe karşılığı "yasak bölgeye giren kişi / avcı "; futboldaki karşılığı ise biraz karışık: mahalle aralarında futbol oynamaya başladığımız günlerden beri "beleşçi" diye adlandırdığımız oyuncular, basının deyişiyle "golü koklayan oyuncular", ama genel olarak hızıyla ya da önsezileriyle doğru zamanda yasak bölgede olan oyuncular diyebiliriz. Bu tip forvetlerin sayısı günden güne azalmakta, üst düzey bir takımda oynayan son örnekleri İnzaghi ve Owen.



Filippo İnzaghi özellikle üzerinden dikkatle durulması gereken bir örnek. Kariyerinin artık son sezonlarını yaşasa da, gerek Juventus gerekse Milan yıllarındad İnzaghi Serie A'nın en tehlikeli forvetlerinden biri olmayı başardı. Aslında oyununu yücelten İtalyanların katı defans anlayışı oldu: İnzaghi fizik gücü yüksek ama hataya meyilli bu oyuncuların arasında hayalet gibi dolaşır, çoğu zaman doğru dürüst top alışverişine bile girmezdi, hatta dikkatli bir seyirci değilseniz bazen onun adını gollük vuruşu yapana kadar bile duymazdınız. Hatta bazen maça sonradan girer, topla ilk buluşması da gol olurdu. İsterse takımı 5-0 öndeyken 6. golü atsın, yine dünya kupasını kazanmış kadar da sevinirdi. İnzaghi ilginç bir adamdı, geç ünlü olmasıyla bana hep İlhan Mansız'ı hatırlatırdı. Fakat geç parlayan kariyerini 35-36 yaşlarına kadar da -İlhan'ın aksine- sürdürmeyi başardı.



İnzaghi'nin İtalya'daki antitezi Christian Vieri idi. Vieri, iki ayağını da iyi kullanabilen, güçlü fiziği olan, hava toplarında da etkili ve top saklamayı iyi beceren tam bir "target man" özellikli forvet idi. Luca Toni tipindeki forvetlerin de İtalya'da babası sayılabilir. Çok yetenekli, çok yönlü bir oyuncu olmasına, İnzaghi'nin aksine hep gözönünde oynamasına rağmen (Juventus, Lazio, Atletico Madrid, Milan, İnter Milan), İnter ve Atletico dönemleri dışında futbol kariyerini zirvede sürdüremedi. İnter sonrası dönemi Vieri için tam bir başarısızlık oldu, son zamanlarda aldığı kilolarla ve futbolu önce bırakması sonrasında da Brezilya'da tekrar ortaya çıkmasıyla anılır oldu ve yakın zamanda futbolun radarından çıktı.

İnzaghi - Vieri karşılaştırması bu yüzden hep ilgimi çeker. Açıkçası hangisinin daha iyi olduğuna bir türlü karar veremem: İnzaghi bana hep maraton koşucusu gibi gelir: kısıtlı enerjisini uzun süreye dağıtarak kullanır, temkinlidir ve sadece kendisine tek bir hedef seçer: gol atmak. Vieri tipindeki oyuncular ise modern futbolun şu an baştacı ettiği forvet tipinin ilk örneklerindendir: defansı dağıtır, rakiplerini boğar, top alır, top dağıtır, havadan da, yerden de oynar, gol atana kadar da takımın diğer oyuncuları kadar çalışır didinir. Fakat bu tarz oyuncular, mücadele gücü yüksek oyunlarını yıllar boyunca aynı seviyede devam ettiremezler. Günümüzdeki çoğu forvetin kariyerlerinin, eski örneklere göre daha kısa süre zirvede kalmasının sebebi de bu yüzden. Yüksek fizik gücü yanında her zaman fiziksel olarak erken tükenme riskini de taşıyor. Ayrıca sporla uğraşmış herkesin başına gelen durum futbolcular için de söz konusu: fiziksel güçlenme - tekniğin zayıflaması ikilemi. Ronaldo gibi bir oyuncudan Drogba yaratamazsın, fakat Ronaldo'yu aynı maç temposuna sokarsan, sakatlanır ve kariyeri erkenden düşüşe geçer. (Bkz. Ronaldo'nun İnter'de geçirdiği sakatlıklar) Drogba'dan da Ronaldo kadar golcü bir adam çıkmaz, zira oyunundaki fizik gücü, bazen tekniğinin de önüne geçebilir. Tabii, Didier Drogba gibi oyuncular yine de bir forvetin ulaşabileceği en üst noktaları temsil etmekte, fakat artık şöyle bir gerçek var ki, zaman İnzaghi, Tanju, Okan Yılmaz gibi her sezon en az 20-25 gol atabilen oyuncuların dönemi değil.



Tabii kendi ligimizde son günlerde yaşanan iki ilginç olay bizim liglerde de durumun çok farklı olmadığını gösteriyor. Geçen sezon sonunda sakatlanan Mehmet Yıldız'ın hala sakatlığı üzerinden tamamen atamadı, iyileşse bile büyük olasılıkla bir daha asla eskisi kadar golcü olamayacak. Mehmet, takımında fizik gücüne dayalı oynayan, bitirici vuruşları yeterince iyi olmasa da, defansla korakor mücadele edip, pozisyonunu taştan çıkaran bir oyuncuydu. Bu tarz oyuncuların fiziksel gücündeki en ufak düşüş, kariyerlerini tepetaklak edebilmekte. Zaten, fiziğiyle oynayan oyuncuların kariyerlerinin zirvesi de en fazla 2-3 sezon sürer, o da aynı takımda kalabilirlerse. Köller ve Crouch'un kariyerleri de buna örnek teşkil edebilir.



Poacher tipi forvetlerin ülkemizdeki son örneklerinden Okan Yılmaz'ın durumu da en az Mehmet Yıldız kadar trajik. Bursaspor'da iken üst üste gol krallıkları kazanan, sezonluk gol ortalamasını daima +20 seviyesinde tutan, hatta Şenol Güneş döneminde Milli takıma da yükselen oyuncu, Marsilya krizi sonrasında tepetaklak giden bir kariyer yaşadı. Kendi hataları kadar, Okan'ın başına gelenlerde bu ligin artık böyle oyunculara ihtiyaç duymamasının da payı var. Gol kralı olup Fenerbahçe'ye gelen Zafer Biryol'un da başına benzer olaylar gelmedi mi?

Ofsayt taktiği artık üst düzey futbol oynayan hiçbir takım tarafından tercih edilmiyor. Defans kurgularında 3lü diziliş de bırakıldı. Yeni kuşak defans oyuncuları ayrıca gerek fizik olarak, gerekse oyunu okuma olarak çok üst düzeydeler. Bütün bunlar, poacher tipi forvetlerin dünyanın en iyi liglerinden ve en üst düzeydeki turnuvalarından çekilmesindeki temel etkenler. Fakat yaratılan modern forvet olgusu da kumdan kale gibi, zira bu forvet tipinin bazı özellikleri modern futbolun kendi direttikleri ile çelişiyor. Post-modern, hatta forvetsiz bir futbol bizi bekliyor.

Yarın da biraz forvetsiz futboldan ve türkiyenin ilk post-modern forveti Alex'den bahsedelim.
Devamı - Forvetsiz Bir Dünya Mümkün - 01 : Yasak Avcıların Son Günleri

IDM, Ambient ve Trabzonspor


İngiliz underground müzik camiasındaki en popüler Türk futbol takımı hangisidir? İşte yıllardır hiç merak edilmeyen sorunun cevabı...

IDM (Intelligent Dance Music) kategorisi altına sıkıştırılan, nam-ı diğer, beyin yakıcı & mersine mi gitsek tersine mi paranoyaları yaşatan elektronik dans müziğinin (dans müziğinin akıllısı-gerizekalısı olur mu ikilemini bir yana bırakırsak) ambient açılımlı bir örneği olan 'Trabzonspor', herhalde Aphex Twin ve Autechre'den sonraki en popüler IDM icraatçisi olan Squarepusher'ın (ayrıyeten izlediğim en yetenekli bas gitar virtüözlerindendir Tom) en 'yakın' takipçisi olan biraderi, Ceephax'ın yıllar önce kaydettiği bir parçası.

Son cümle, 200 promil kafayla doldurulmuş bir 'fill in the blanks' cümlesi gibi geliyor kulağa. Parçayı dinleyince isimle ilişkilendirilebilmesi açısından kulağa daha da abzürt gelebilir. Kazım Koyuncu değil, komşu Davut Güloğlu da değil, Volkan Konak hiç değil. Kemençe mi, kolbastı mı, horon mu? Uzaktan yakından alakası yok...

70-80'lerde komik isimli bir müzik tarzı vardı, 'Türkçe sözlü hafif batı müziği'. 90'ların sonundaki Kevin Campbell etkisi midir nedir, yıllardır uyuyan canavar konsepti döndürüp gavura Türk futbolu reklamı olarak satmışız sanki.

Laga lugayı bırakalım, siz uzanın şöyle Uzungöl kıyısına en iyisi, gün batımını izleyin Ceephax'ın 'Trabzonspor''u eşliğinde...
Devamı - IDM, Ambient ve Trabzonspor

Otto Rehhagel Futbolu Mükemmelleştiriyor



2010'un gelişi 2009'dan belli mi acaba? Bu akşamki skorlara bakınca (1-0 / 1-1 sadece) 2010 için vuvuzeladan sonra 2. korku -kısır futbol- korkusu sardı beni. Gecenin en gollü maçının Fransa-İrlanda maçı (1-1) olduğunu düşünsenize! Fransanın golünün de ne şartlarda atıldığı açık!


Neyse Otto Rehhagel'in Yunanistan'da geliştirdiği formül mükemmelliğe ulaşmak üzere: Yunan Milli takımı iki maçta 1 gol atarak ve gol yemeyerek(0-0 / 1-0) Afrikaya bileti kaptı. Futbolun bug'ını bulan Rehhagel'in elindeki takımı mükemmelleştirmesi için son adım atılan tek golün kendi kalesine atılan gol olması. Eğer o da gerçekleşirse, Yunanistan 2004'te atmak "zorunda" olduğu gollerden de kurtulur, hatta forvet hattından da komple vazgeçerler.

Hadi Otto Hocam, biraz gayret, az kaldı! Aman diyeyim, gol olmasın derken penaltılara kalma, zira kuraklıktan sonra o kadar golü bir anda görmeyi ne sen ne biz kaldırabiliriz!
Devamı - Otto Rehhagel Futbolu Mükemmelleştiriyor

18.11.2009

Elin Fransası - Fifa İstifa


Fransa - İrlanda maçında az önce inanılmaz bir skandal yaşandı. Ofsayt artı bariz elle atılan golle Fransa 1-1 beraberliği sağladı. Maç böyle biterse maçı hakeden İrlanda yerine ruhsuz Fransa Dünya Kupası'nda olacak. Gerçekten yazık.


Devamı - Elin Fransası - Fifa İstifa

REZALET!!!!!!!



KAMUOYU AÇIKLAMASI

Galatasaray Spor Kulübü Erkek basketbol şubesinde yurtdışındaki hazırlık maçlarında maalesef spor ahlakı ve Galatasaraylılık Ruhu’yla taban tabana zıt bir olay meydana gelmiş, bir Galatasaray basketbolcusu başka bir kimlikle sahaya sürülmüş ve oynatılmıştır. Kulüpte çalışan bazı profesyonellerin isteği ve izniyle gerçekleştiğini yeni öğrendiğimiz bu olay Galatasaray Spor Kulübü, Galatasaray Camiası ve bütün Galatasaraylılar adına büyük bir utançtır. Bizlere bu utancı yaşatanlar adına Galatasaray Spor Kulübü olarak tüm spor kamuoyundan ve Türkiye’den özür diliyoruz.

Tüm camiamızı büyük bir üzüntüye boğan bu olaya neden olan ve Galatasaraylılık’tan nasibini alamamış sorumlu tüm idari ve teknik kadronun kulübümüzle ilişkisi hemen kesilmiştir.

Saygılarımızla

Galatasaray Spor Kulübü Yönetim Kurulu

detayli bilgi icin:
http://www.salsabasket.net/2009/11/sok-cemal-almanyada-tufann-formasyla.html


Devamı - REZALET!!!!!!!