31.03.2010

Dünya Kupasına Katılan Takımların Lakapları

Dünya kupasına katılan tam otuz iki tane takım var. Bunlardan göz önünde olan büyük takımların isimlerini neredeyse hepimiz biliyoruz. İtalya - Gök Maviler, Hollanda - Portakallar gibi. Dünya kupası yaklaştıkça yavaş yavaş o kara kıtanın en ucuna doğru çekiliyoruz ve maçların yanında bu güzel nüanslarıyla da futbol damarlarımızda kaynamaya başlıyor. İşte bu otuz iki takımın bildiğimiz ve bilmediğimiz lakapları:

A Grubu:

Güney Afrika: Bafana Bafana (Cocuklar)
Meksika: El Tri (Meksika bayrağındaki üç renge itafen)
Uruguay: La Celeste (İlginçtir Gök Maviler)
Fransa: Les Bleus (Maviler)

B Grubu:

Arjantin: Albicelestes (Beyaz ve gök maviler)
Nijerya: Süper Kartallar
Güney Kore: Taeguk Savaşçıları - Kırmızılar
Yunanistan: To Pıratiko (Korsan Gemisi)

C Grubu:

İngiltere: Üç Aslanar
ABD: The Yanks
Cezayir: Les Fennecs (Çöl Tilkileri)
Slovenya: Zmajceki (Ejderhalar)

D Grubu:

Almanya: Milli Takım - On Birler
Avustralya: Socceroos
Sırbistan: Beli Orlovi (Beyaz Kartallar)
Gana: Siyah Yıldızlar

E Grubu:

Hollanda: Oranje (Portakallar)
Danimarka: Olsens Elleve (Olsen'in on biri)
Japonya: Mavi Samuraylar
Kamerun: Lions Indomptables (Yenilmez Aslanlar)

F Grubu:

İtalya: Azzurri (Gök Maviler)
Paraguay: La Albirroja (Beyaz Kırmızılar)
Yeni Zellanda: Bembeyazlar
Slovakya: Repre

G Grubu:

Brezilya: Selecao (Seçilmişler)
Kuzey Kore: Chollima (Mistik bir at)
Fildişi Sahilleri: Les Elephants (Filler)
Portekiz: Seleccao das Quinas (Beş Kalkanın Takımı)

H Grubu:

İspanya: La Furia Roja (Kırmız Öfke)
İsviçre: İsviçre Milli
Honduras: Los Catrachos
Şili: La Roja (Kırmızlar)



Devamı - Dünya Kupasına Katılan Takımların Lakapları

FM 2010 - Çöküş

Bir yandan yoğun iş temposu bir yandan da hayatımda ilk defa başladığım PES oyunu yüzünden uzatmalı sevgilim FM'yi ihmal etmiştim. Bir süre sonra içimdeki aşk kendini dışa vurdu, açtık oyunu ve son çıkan 10.0.3 yamasını indirip oyunu en güncel haline getirdim. Arada forumları dolaşıp yeni çıkan yüz paketleri, grafiklere bakarken 10.0.3 yamasıyla beraber gelen çok büyük bir hata "corner bug" ile ilgi yorumlarla karşılaştım.

Hemen her FM sürümünde farklı şekillerde ortaya çıkan sanal zekayı kandırarak kolay gol atma hatası bu sefer yeni bir korner taktiği ile kendini göstermişti. Hemen merak edip denemeye koyuldum, denemez olaydım...

Eskiden mesela "Diablo" taktiği vardı, dağıtırıdınız karşıdaki rakibi ama yine futbolun içinde olan birşeydi çok rahatsız etmezdi. Ancak bu korner taktiğinde tüm oyuncular altı pas içine toplanıyor sizin de penatı noktasının biraz açığında bekleyen uzak şut ve ilk dokunuş puanları yüksek topçunuz çatır çatır golleri atıyor. Yarım sezondan sonra bu taktiği kaldırmak zorunda kaldım resmen oyundan soğuttu.

Benim merak ettiğim; her sene böyle birşey çıkıyor, genellikle kornerlerde oluyor ve ortada para ödenen bir "beta tester" zümresi var. Bu kadar mı zor korner olasılıklarını kontrol etmek...
Devamı - FM 2010 - Çöküş

Bülent Korkmaz'ın Beğenmediği Derbi

Bülent Korkmaz NTV'ye konuşmuş:

"Taraftar baskısı bile yoktu tribünlerden. Futbol kuralları içinde olan bir sertlik bile yoktu. Kınıyoruz ama sadece Alex'e atılan bir su şişesi vardı."

Değil mi be Bülent Kaptan eskiden ne güzeldi, biz size yumurta, mumurta elimize ne geçerse atardık, siz İstanbul'a bir yaz yetecek kadar suyu bize atardınız. Biz kafa atardık, vururduk, siz ısırır, saç çekerdiniz...

Eminim ki Bülent taraftarın etkisizliğini ve Galatasaray'ın beklenin çok altında olan hatta olmayan agresifliğini eleştirmek için söyledi bu lafı ama işte basının karşısında bu kadar çok yer alan bir zümre için dili kullanmayı bilmek böylesine önemli. Hadi Rijkaard'ın tercümanı anlatamıyor, senin de ana dilin be Kaptan...
Devamı - Bülent Korkmaz'ın Beğenmediği Derbi

30.03.2010

Panik Butonu Olarak Abdullah Avcı

Rijkaard'ın geldiği günden beri ayaklarının yere basmasına izin verilmedi. Yapılan transfer şovları ve getirilen "Dünya Yıldızları" da hep bu suni Barcelona halinin yaşatılması içindi. Hani Rijkaard çok iyi hoca da, acaba bizi beğenir mi kaygısı vardı bilinçaltında. Galatasaray da, Türkiye ligi de ona hep olduğundan farklı gösterildi. 4-3-3 gibi atağa çıkan beklerin, ters ayakla oynayan kanat oyuncuların, tek başına havadan ve yerden toplarla arkadaşlarına pozisyon açan golcülerin oynadığı bir taktiği Galatasaray'a uygulamaya çalıştı. Mustafa Sarp - Mehmet Topal'dan Viera, Guardiola ya da bu zamanların duosu Xavi-İniesta yaratmaya çalıştı. Arda'yı ters ayaklı açık oyuncu yapmaya çalıştı, zannetti ki Arda da Messi gibi açıkta oynamasına rağmen oyunu etkileyebilecek. Oyuncunun yeteneklerine güvenen, ona özgüven aşılayıp, özgür oynamasına fırsat veren bu oyun ilk başta oyuncular tarafından da çok sevildi. Ligimiz için fazla iddialı bu yönteme rakipleri ilk başta hemen alışamadı ama her sistem gibi onun da zayıf noktaları zamanla açığa çıktı. 

Bu sezon Galatasaraylı olmanın güzel olduğu tek yer herhalde Atatürk Hava Limanı Dış Hatlar Terminali'dir. Gelen oyuncuların hepsi iyi ama tutunamamış oyunculardı Avrupa'da. Fakat kaliteleri ligimiz için yeterli hatta fazla bile olabilirdi. Fakat bir şey unutuldu, bu oyuncuların bazıları ya kariyerlerinin sonuna gelmiş, ya da kiralık olarak gelerek kariyerlerinde yaşadıkları kötü dönemden kurtulmak için bu sıcakkanlı topraklara rehabilitasyon için gelmişlerdi. Rakiplerinin yabancı oyuncuları, artık saha içi ve saha dışında yerli bile sayılırken, Rijkaard ve lejyonerleri gerçekten de Cezayir kıyısına tutunmaya çalışan Lejyoner Birliği gibiydiler: parlak üniforma ve gösterişin arkasında, önlerinde uzanan çöl ummanına yabancı ve sanki ilk sert rüzgarla denize dökülebilecek kadar hassas... 

Türkiye'ye tarihi boyunca dünya çapında pek çok uzman geldi. Bazıları alanlarının en iyisi, hatta Nobel gibi ödüllerin sahibi olarak çeşitli görevlerde hizmet için bu topraklara geldiler. Hepsinin başarısızlığının formülü aslında aynı idi: ülkenin gerçekleri ile yüzleşmekten kaçınmak. Rijkaard için de başarısızlığın formülü aynı gibi; Barcelona'da başarılı olanın burada da başarılı olacağına dair naif inanç. Peki Rijkaard bunu göremeyecek kadar aptal mı, ya da kendisi 50'lerin saf modernist düşüncesinden ışınlanıp günümüze gelen bir yabancı mı? Yoksa, bu sanal ortam, futbolun matrix'i ona burada sağlandı ve artık ne yaparsa yapsın uyanamayan bahtsızın biri  mi? 

Rijkaard ile beraber akıl tutulması yaşayanlar da aynı matrix'e kapılmış durumdalar. Aslında savundukları Hollandalı'nın şahsı bile değil, kendilerinin de içine girdiği bu matrixvari alemi savunuyorlar. Aralarında Rijkaard'ı Türkiye'ye gelmiş en başarılı teknik direktör olarak gören (Del Bosque varken hele!) mi istersin, bizleri onun vizyonunu anlamamakla suçlayan mı istersin (Ben anlamadım tamam da, sanki Mustafa Sarp çok anlıyor!) ya da "onun zamana ihtiyacı var" diye naif düşüneni mi istersin... İyi takım için zaman elbette gerekir ama zamandan öte, önce doğru noktadan başlamak da gerekir, Rijkaard şu anki haliyle yanlış yerden başlamış ve o yanlışlar üzerinden bir takım ve bir hayal bina etmiştir. Fenerbahçe maçı ile de bu hayalin geldiği nokta görülmüştür. Kendi yöneticileri bile artık Rijkaard - Abdullah Avcı ikilemine girdilerse, takımı kurtarması için panik butonuna sarılıp taraftarı bile olmayan takımın askeri disiplinde futbol oynatan teknik direktörüne sarılıyorlarsa, Rijkaard burada bir parça bile başarılı olamamış demektir.

Devamı - Panik Butonu Olarak Abdullah Avcı

29.03.2010

LA LİGA'NIN HAZİN SONU



Real Madrid'in başlattığı çağımızın en büyük transfer harekatı, her şeyin başlangıcı ve sonu oldu. Real artık ezeli rakibi ile rekabet edebilecek konumda ve Barça-Real ikilisi şu an diğer bütün takımların kat be kat üzerinde yıldızlarda mücadele etmekteler. La Liga öldü, yaşasın yeni kral: El Classico! 

Madrid-Barcelona derbileri her zaman İspanyol futbolunun en önemli maç serisi olmuştur fakat son yıllarda bu maçların önemi sanki daha da arttı, zira artık İspanyol ligi yavaş yavaş iki kentin, iki takımın ve iki rakip kültürün hegemonyasına giriyor. Diğer maçların sonuçları hemen hemen önemsiz, arada hala güçlü ekipler bu ikiliden puan kapmaktalar ama uzun maratonda hiçbiri bu takımlara yaklaşamıyor. 

İspanya Ligi hep böyle değildi. Real Madrid benim çocukluğuma denk gelen 80'lerde en güçlü klüptü ama bir sürü rakibi vardı. O zamanlar hala takımlarda yabancı sınırlaması olduğu için, Bilbao gibi takımlar da lig şampiyonluğuna oynayabiliyordu. Zaten futbol içindeki yabancı oyuncu trafiğini arttırdıkça, önce Bask takımları gitti: Bilbao'nun son şampiyonluğu 80'lerin başında yaşandı, Sociedad Nihat-Kovaçeviç ikilisi bir ara şampiyonluğa yaklaşır gibi oldu ama çöküşleri çok sert oldu: ikinci lige yuvarlandılar. Bask futbolu da, Katalanların aksine ligdeki başaltı iddiasını kaybetti, 17-7 arasına oynamaya başladılar. 


İkinci dalgada diğer büyük sayılabilecek iki takım: Atletico ve Deportivo da zamanla etkinliklerini yitirdiler. Bu iki takım da hala 3. sıraya oynayabilecek güçte fakat artık La Liga'da üç sıra demek, ikinciden en az 15 puan geride olmak anlamına gelmekte. 3. ve 4. sıradaki takımlar da Şampiyonlar Ligi'ne katılmaya hak kazansalar da mali fark o kadar açıldı ki artık puan tablosuna yansıması en iyi ihtimal 15 puan fark oluyor. 

Başaltı takımlar olan Betis ve Valencia ise kötü mali yönetimleri yüzünden asla yakaladıkları başarıları uzun vadeye taşıyamadılar. Şu an Valencia'nın ligde 3. sırada olması bile, mali tablo göz önüne alındığında büyük başarı. Takımın bütün yıldızları satılık durumda ve gelecek sene kimler kalacak belli bile değil. Betis ise, Atletico Madrid ile beraber ligin en dengesiz takımı ünvanına oynar: ya 2. lige düşüyorlar, ya da ilk 8 mücadelesi veriyorlar. Fakat her düşüş, onlara en az 2 sezona maloluyor. 



Bu süreçte iyi şeyler olmuyor mu? Sevilla bu tablodaki tek olumlu takım. Sınırlı kaynaklarını başarılı altyapı politikası ile yıldız oyuncular yetiştirmeye harcadılar. Fakat bu bile uzun vadeli bir başarı için yeterli değil. Real Madrid - Barcelona altyapısının ortak üretimi, sadece bu iki takımı değil, Liga'daki pek çok takımı da beslemekte. Real ve Barça, bizdeki büyük takımların aksine, sadece üst takımda değil, altyapı ve genç oyuncu yetiştirmede de kendi ülkelerinin liderleri durumundalar. 

Biz kendi ligimizi eleştirirken, dünyanın en pahalı liglerinden olan Liga'da işler gittikçe ikili-dominasyona doğru gidiyor. Yakında tıpkı İskoç liginden aklımıza sadece Old Firm maçları geldiği gibi, Liga'dan da El Classico'lar gelecek, gerisi ise ancak "ender gelişen Osasuna atakları" kıvamında heyecan katabilecekler. 
Devamı - LA LİGA'NIN HAZİN SONU

Federasyona Çağrı: 29. Haftadaki Gençler-Bursa Maçına Dikkat!



"Kulüpler Birliği Başkanı ve Gençlerbirliği Kulübü Başkanı İlhan Cavcav, Türkiye’de teşvik primlerinin olmadığını söylememenin hata olduğunu belirterek, “Teşvik primi verilebilir, buna karşı değilim.” dedi. Bu sözler 2005 yılına ait.

Şimdi de 2 hafta sonrasına bakalım: ligin lideri ve şampiyonluk adayı Bursaspor, Ankara'ya Gençlerbirliği deplasmanına gidiyor. 29. hafta, elde zaten 33. haftadan bir Ankaraspor maçı var, yani o haftadan sonra Bursa'nın, sadece 4 maçı kalıyor. Şampiyonluk iddiası süren 3 büyük takım var, hiçbirinden de bugüne kadar teşvik primi konusunda net bir tavır görmedik! Elde de, başkanı bu işe sıcak bakan bir takım var... Sizce ben mi paranoyaklaşıyorum, yoksa futbolun içinde görmediğimiz çanta hareketleri mi şampiyonu belirliyor?

Basın zaten birlik olmuşcasına, haftalar azaldıkça Bursa'nın şampiyonluk baskısını kaldıramayacağını söylemeye başladı. Hatta bu haftaki Büyükşehir maçından sonra hala 3 puan farkla lider olan takım için "Avrupa'ya bile zor gider" diyenler var... Her şey Bursa'nın psikolojik çöküşü için hazırlanmış durumda. Tek gerekli olan, rakiplerinin Bursa'yı biraz sıkıştırması. Bunun için de kesenin ağzını açmaktan kolay ne var? Sonuçta kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez!

Teşvik primi etik mi değil mi diye tartışıyoruz kaç sezondur. Kim bilir bizim tartıştığımız onca sezon boyunca, ne kadar siyah Bond çanta el değiştirdi? Aslında teşvik primi, şike sayılmasa bile onu yakalamanın başka bir yolu daha var: el altından, kayıt dışı verilen paralar, yasa dışı ödemelerdir. Sırf bu yüzden bile teşvik primi denilen nane yasaklanabilir. Bunun tespiti kolay mı? Cevabı hem evet, hem de hayır... Teknik anlamda kulüplere ve futbolun işindeki kişilere ödenen paraların sıkı bir kontrolü gerekiyor ki, bu yapıldığında aslında teşvik priminin ötesinde başka bir problemle daha karşılaşıyoruz: ne kulüplerin, ne başındaki yöneticilerin, ne de bu sektörden ekmek yiyenlerin sağlıklı bir para transfer sistemi var. Teşvik primini yakalayacağım derken, aslında iflas etmesi gereken ama bir şekilde el altından akan paralarla komalık yaşayan kulüpler mi radara girer, yoksa federasyona 1 bildirip, açıktan 5 alan futbolcular mı ifşa edilir, artık gerisini siz düşünün. UEFA ve FIFA'nın çarpık mali düzenle ilgili kararları artık çok net: cüzdanını denkleştiremeyen takıma, ligde oynama izni yok! Federasyon, buna şimdilik göz yumuyor. Eğer bu kurallar uygulanmaya başlarsa, Süperligimiz 4 takımlı (ki büyükler olmayacak bu dörtlüde) ilginç bir yapıya kavuşacak! Federasyon da teşvik primi takip edeyim derken, elindeki ligden olacak...

Bunca lafın özeti şu: Anadolu'dan şampiyon çıkması, para piramidini ters çevirir. Şu ana kadar hep, ekonomik programda çalışmaya alışmış Anadolu ile, müsrif Bizans'ın kurduğu ve ağırlıklı olarak yüzeyden bonservisler, derinden de teşvik ve primlerle işleyen düzen bir kez yıkıldı mı, bunun altında kalanlar uzun süre kendilerini toparlayamaz.

Biz yine de uyarımızı yapalım çok geç olmadan: Sayın Federasyon Yetkilileri, 29. haftadaki Gençlerbirliği-Bursaspor maçına dikkat edin, iki takımın da her türlü spekülasyondan uzak durmasını sağlayın...
Devamı - Federasyona Çağrı: 29. Haftadaki Gençler-Bursa Maçına Dikkat!

28.03.2010

Galatasaray'ı Bitirme Planı!*


Dün yapılan kongreden aklımda kalan iki kare: Galatasaray'ın "2 Hakanının" oy kullandığı anlar... Özellikle Hakan Şükür'ün sandık başında verdiği gururlu pozları görünce aklıma şu geldi: "İşte Galatasaray'ı yıkacak Truva Atı". Peki merak etmeden duramıyorum, Truva Atı kadar onu da içeri alanlar da suçlu sayılmaz mı? Açıkçası, kimliği ve ilişkileri çok tartışılan, ülkenin altını oyan bir yapılanma ile arasını daima sıcak tutmuş birinin en büyük spor camialarından birinin içine alınması büyük bir hataydı... Artık o, klübün içinde hiç bitmeyen enerjisi ile konuşmaya, sözleriyle insanları bölmeye, gereksiz polemikler yaratmaya devam edecek. Kendi kulisini yaratmaya çalışacak, her seçimde adı listelerden birinde geçecek, geçmezse de gerekirse o adaylardan fazla konuşup yine bütün ilgiyi üzerine çekecek. Adaşı ve kankası da, ona yazılarıyla destek çıkacak.

"Hakan Şükür Projesi" Türk futbol tarihindeki en kapsamlı siyasi projedir. Bütün hal, hareket ve tavırları aslında bu projenin bir parçasıdır, tıpkı verdiği zamanları çok iyi ayarlanmış "garip" demeçler gibi... Ve bu büyük proje artık oy hakkı kazandı! Fakat bu projenin oy verdiği her kongrede tek kaybeden olur: Galatasaray.

"...hepimizin telefonları dinleniyor olabilir düzgün bir duruşunuz ve yaşam biçiminiz varsa o telefon dinlenmesi sizi rahatsız etmez, beni etmiyor. ben mesela telefonda bütün şikayetlerimi, dertlerimi her şeyimi paylaştığım arkadaşlarım, eşim de dahil olmak üzere bunu açık yüreklilikle söylüyorum..."

Hakan Sukur ile yapılan bir röportajdan alıntıdır....

* Akıl tutulması yaşanan zamanlardayız. O yüzden bu başlığın gerçek haber niteliği taşımadığını ve "ironik" sebeplerden dolayı seçildiğini belirtmem lazım. 

Devamı - Galatasaray'ı Bitirme Planı!*

Beşinci lig şampiyonu hayalleri



Hadi bakalım, diyelim Bursaspor sezon sonunda ligi tepede bitirdi ve şampiyon oldu. Zaten Ertuğrul Sağlam Beşiktaş'ta rahat çalışma ortamı bulamadığı için başarısız olmuştu, şimdi de Türkiye'nin en iyi teknik direktörü olduğunu kanıtladı. Birden herkes Sercan Yıldırım 9 formaları aldı, caddelerde gezerken sağda solda önün yeşil-beyaz formalarını gururla taşıyan insanlar görüyoruz. Bursaspor, İstanbul Ankara ve İzmir'de şampiyonluk turları düzenledi, kutlamalara binlerce kişi katıldı. Şimdi de bir bırakalım hayal kurmayı: alım gücünün düşük, kapitalizm
mekanizmalarının pek fazla gelişmemiş olduğu bir ülkede, hem de tek memeden üç buçuk koca enik sürekli emerken Bursaspor gibi (çoğunlukla) yerel bir güç olan bir takıma kalır mi şampiyonluk? Öncelikle bir ayrım yapmalıyız ve Şampiyon Olabilecek Takımlar ile Yukarıyı Zorlayabilen Takımlar arasında bir çizgi çekmeliyiz.

Bursanın puan farkıyla lider olması yine bu sene de sürpriz bir takım biraz heyecan yaratsın, biraz dikkat çeksin gündem oluştursun numarasidir. Sonunda da Bursa çakılmaya başlar, ve ligi 2.-4.luk arasında bitirir. Bu kadar eşitliksiz bir ülkeden nasıl adaletli bir lig çıkar ki? Bursalılar darılmasın, Bursasporla alakadar değil bu tespit. 2 senedir gördüğümüz gibi ligimizdeki kadro-yönetim-taraftar uçlusu bakımından yeterince güçlü herhangi bir takımın (fakat örneğin Diyarbakır harıç) Yukarıyı Zorlayabilen Takımlar arasına girmesinin zamanı gelebilir.
Fakat bu tip takımların ilerideki 3-5 sene içerisinde bu etkilerini sürekli hale getirmeleri, bir yandan da modern kapitalist yöntemlerle büyüyen futbol şirketlerinden nasıl daha fazla yağ çıkarabileceklerini öğrenmeleri şart. Oyuncularının medyatik ve popüler olmalarıyla, forma satışlarından, havuzdan vs. aldıkları yüksek gelirleriyle, Avrupa Ligi'ne katılıp kadrolarına birkaç Avrupa tecrübeli oyuncu daha katarak oradan elde ettikleri paralarla, diğer hizmetleri (mesela banka kartları sponsorluğu, ülkemizde cips, su markalarına vs. sponsorluk gibi ilginç varyasyonlar da mevcut) iyi derecede şirketleşmiş, önemli büyük alışveriş merkezlerinde dükkanları olan, 3.5 büyüklerle birçok farklı alanlarda çekişebilecek bir marka olmaları gerekiyor bir yandan. Türkiyede anca o zaman lig şampiyonluğunu gerçekten zorlayabilirler.

Fakat söylenmesi gereken bir nokta daha var: örneğin bu hafta "Bizans" taraftarları ilk defa bir Belediye-Bursa maçını heyecanla takibettiler. Başarı, bu tip takımları önemli duruma getiriyor ve maçları izleniyor, göz aşinaliği sağlanıyor bu ekiple ve renkleriyle. Bursa bu iyi gidişatını
birkaç sezon koruyabilirse ancak (Sıvasın bütün oyuncularını bırakıp küme düşmemeye çalışma hezimeti gibi değil) büyükler gibi paraya ve güce sahip olabilme imkanı olabilir, bunlar tabi Bursaspor yönetiminin uzun sürede alacağı kararlara, ve öngörülerine direk olarak bağlı.

Yine de sonuç olarak Bursa veya başka bir 5. şampiyon olma potansiyeline sahip takım, sportif başarıdan bağımsız olarak, anca günün kapitalist düzeni içerisinde, forma satışlarıyla, reklamlar, sponsorluk anlaşmalarıyla en azından Trabzonspor kadar önemli bir güç olursa Şampiyon Olabilecek Takımlar arasına girebilir. Bursa ise önümüzdeki YILLARDA bu oyunu nasıl oynaması gerektiğini öğrenirse o zaman 5. şampiyonumuz 5. büyük ilden çıkar. Bize de sırf "oh be, yeni bir takım şampiyon oldu" diye şampiyonluk kutlamalarına katılmak düşer.

Devamı - Beşinci lig şampiyonu hayalleri

26.03.2010

Sığ Sularda Dolaşarak Balina Avlanmaz



Amerikan Federal Hükümeti ve FBI, yıllarca mafya diye bir varlığın oluşumunu kabul etmedi. Dönemin FBI başkanı Hoover için ülkedeki asıl tehlike organize suç değil, sistemin her yerine sızdığını düşünen ve SSCB propagandası yapan komünistlerdi. O yüzden de, organize suç ile savaşmak için Hoover'ın görevden ayrılması milat sayılmaktadır. Fakat, FBI komünist avından vazgeçip, sokaklarda mafya ile savaşa başladığında artık çok geç olduğunu fark etmişlerdi: karşılarında hemen her sektöre girmiş, sokak çetelerinden, sendika liderlerine hatta politikacı ve yargıçlara kadar her kademede adamı bulunan, hem yasal hem de yasadışı müthiş gelirlere sahip bir örgüt vardı.

Federal Hükümet'in, bizim mafya diye bildiğimiz İtalyan-Yahudi organize suç çetelerini çökertmesi yaklaşık 30 yıl sürdü. İlk başlarda yapılan baskın ve tutuklamalar hiç sonuç vermiyordu çünkü yakalananların çoğu, sokak dilinde "asker" (soldier) olarak nitelenen alt kademe adamlardı ve yerlerine hemen birileri bulunuyordu. FBI çareyi savaşı sokaklardan finans dünyasına taşımakta buldu. RICO yasası gibi yasalarla mafyanın ekonomik bağlarını çözdü, onu etkisiz hale getirdi. Gücünü yitiren mafya 80'lerin başından itibaren neredeyse günümüze kadar süren bir dağılma dönemi yaşadı. Bu süreçte babalar birbirlerini devlete gammazlarken, pek çoğu da rakipleri tarafından infaz edildi. FBI mafya ile işini bitirdiğinde, Amerika'nın gelmiş geçmiş en büyük suç örgütünden geriye birkaç sokak çetesi ve Godfather filminin nostaljisi kalmıştı.



Medyanın bu aralar gündeminden düşmeyen Fatih Akyel'in tutuklanması da aslında sokaktan bir askerin alınıp kodese tıkılmasından öte bir anlam taşımıyor. Bu sefer yakalanan askerin farkı, ünü ve ülkeyi temsil eden bir takımda 64 kere forma giymiş olması. İster sevin, ister nefret edin, kendisi çok büyük boyutlu -büyük olasılıkla da uluslararası bağlantıları olan- bir organize şike örgütünün üyesi olmakla suçlanıyor. Eğer suçlamalar doğru ise, Akyel üzerinden yapılacak bir soruşturma en fazla kendisi ve yakın çevresinden birkaç kişinin hapse gitmesine sebep olur. Fatih Akyel gibi onlarca profesyonel futbolcu üzerinden para kazanan bu sistem de hiç bir şey olmamış gibi yoluna devam eder. Zaten, suç tarihine biraz meraklı kimselerin bildiği ortak bir gerçek vardır; bazen üstteki bir adam için (capo), alt kademeden bir ya da birkaç kişi harcanabilir. Bu son olaylarda da, Almanya'dan Türkiye'ye dalga dalga gelen şike soruşturmalarında, üzerlerinde oluşan baskıyı azaltmak için bir kaç artık işe yaramayan askerden kurtulmak, örgüt için akıllıca bir strateji sayılabilir. 

Farkındaysanız  yazarken "örgüt" kelimesini tercih ediyorum. Halbuki, Akyel ve şürekasının suçlandığı konu "çete kurmak". Çete kelimesi, hukuken doğru olsa da, sanki işin boyutunu küçümser gibi geliyor. Kimse darılmasın ama, Akyel ve birkaç kabadayı arkadaşının,  kendi kurabilecekleri bir çete ile bahis şikesi döndürecek kapasiteleri olduğuna inanmıyorum. Bu "örgüt" büyük olasılıkla hepimizin istemeden de olsa desteklediği ve milyar eurolara ulaşan cirolara sahip bir organizasyon. Devletler, gelecek ek vergi geliri beklentisi ile futbol başta olmak üzere bütün spor alanlarında bahis şirketlerinin rahatça at koşturmasına izin verdiler. İnternet üzerinden oynanan bahisler sayesinde, paranın başka ülke ve şirketlere transferi de mümkün. Hele, yasal olarak kumarı yasaklayıp, bahis şirketlerine kucak açan bizim gibi ülkelerde de, zamanında kumardan para kazanan organize suç oluşumlarının bahis alanına kayması herhalde kimseyi şaşırtmaz. Bahis sektörünün fazla hızlı ve fazla karlı büyümesini de bunlara eklediğimizde aslında ortaya çıkan tablo şaşırtıcı değil.

Ligimizdeki üst düzey takımların çoğunun ciddi bir taraftar kitlesi de yok. Bunlar ya Belediye, ya da zengin insanların ego için satın aldıkları takımlar. Bu takımlarda taraftar bilincinin oluşmaması, oto-kontrol mekanizmalarını da devre dışı bırakıyor. Son olaylarda adı geçen takımların İ.B.B ve Kasımpaşa gibi bu kategoriye giren takımlar olması sizce tesadüf mü? Benzer bir olay, taraftar kitlesi olan bir klüpte meydana gelse neler olabileceğini bir düşünün...



Bahis şirketleri, endüstriyel futbolun vazgeçilmezleri ama yapıları gereği daima biraz da şüpheyle yaklaşılacak olan "ailenin kötü" çocukları aynı zamanda. Klüpler için aynı zamanda ciddi bir gelir alanı, hatta doymuş TV pazarları düşünüldüğünde, gelişme potansiyeli olan bir numaralı pazar. Bugün dünyanın en büyük klübü bile formasının üzerinde Avusturya kökenli bir bahis şirketinin reklamını taşımakta. Bahislere ve tahminlere ayrılmış TV programları, internet siteleri ve hatta gazete ekleri var. Bu sektörün de kendi ünlüleri, yıldızları var. Bütün bunlar bir günde ortaya çıkmadığı gibi, bir dava ile de içlerinde barındırdıkları kirli kanı temizleyemezler. Bütün medya, Fatih gibi popüler figürlerin tutuklanması ile uğraşırken, bundan birkaç yıl sonra, kimsenin tanımadığı birileri tutuklanarak bu işe ölümcül darbe vurulabilir. Zira, mafya ünlüleri kullanırken isimsiz kalmayı başarabilenlerin hikayesidir.

Not: Bazı popüler bloglarda, Akyel'in tutuklanması sonrası yazılan "zaten babanı da sevmezdim" tarzı açıklamalar da utanç verici. Olgu değil, kişi temelli olaylara bakmak ne yazık ki vazgeçemediğimiz bir kötü alışkanlığımız. 


Devamı - Sığ Sularda Dolaşarak Balina Avlanmaz

23.03.2010

Bursaspor'un Şampiyonluğu Neyi Değiştirir?


Bursaspor'un şampiyonluğu açıkçası hiç bir şeyi değiştirmez. Nicedir söylenen şey, eğer Anadolu'dan bir şampiyon çıkarsa, Türk futbolunda büyük değişiklikler olacak. Trabzon, Anadolu'dan çıkan şampiyondu ve bunu 6 kez başardı. Sonucunda ne oldu? 3 büyükler daha da güçlendiler, Trabzon'u adeta bir daha şampiyon olmaması için öyle kenara ittiler, öyle radikalize ettiler ki, artık Trabzonspor bile kendisini geçmişinin bir parodisi gibi görmeye başladı.

Trabzon'un başarılarının, futbola para akmadığı dönemde gerçekleştiği için, bu başarıların sürdürülebilir olmadığına inanan bir grup da var. Doğrudur, şimdi şampiyon olan takım daha fazla para kazanıyor. Ayrıca, havuzdan aldığı sabit pay da artacak. Üstüne Şampiyonlar Ligi'nden gelecek olan para da var tabii. Fakat para ile herşey dönseydi, bizler zaten İstanbulspor, Adanaspor, bilimum Belediye takımını çoktan şampiyon görürdük. Para bir başarı kriteri olsa da tek başına bir şey ifade etmiyor.

Peki problem nerde derseniz size hemen cevabını verebilirim: Anadolu, kendisine ihanet ediyor! Bu ihanetin iki boyutu var. Birinci boyutu yöneticiler. Hep dükkan küçük olsun ama benim olsun mantığı ile hareket ettiler, camialarını tek adamda birleşecek düzeyde tuttular ve yarattıkları minik iktidar alanlarını da asla bırakmadılar. Dikkat edin, Trabzonspor dışında başkanı 2-3 yılda bir değişen Anadolu klübü yok gibidir. Hatta bazı başkanlar resmen klübün sahibi gibi davranırlar. Fakat yönetim kadrosu bu kadar sabit olan takımların oyuncu kadrosu ile her sene revize edilir. Yıldız oyuncular sezon sonunda köle pazarında satılır gibi büyüklere satılır, yerleri bazen dolar, çoğu zaman hiç dolmaz. O yüzden bir önceki sezonun tozunu atmış takımı, sonraki sezon kümeye oynarken bulabiliriz.

Başkanlardan daha ciddi bir problem ise taraftar profilinde. Ben taraftarlık konusunda son derece katı bir tek eşlilik taraftarıyım. Bir insan, Antepli ve Beşiktaşlı olamaz, ya da Bursalı ve Fenerbahçeli. Bugün Anadolu'nun tamamında 3 büyük takımın ciddi bir hegemonyası vardır. Bu ekonomik ve sosyal destek olarak asıl farkı açandır. Bu durum tersine dönmedikçe, 1. ligin iddialı ekiplerinin her biri birer Trabzon'a dönüşmedikçe (taraftarlık bazında) herhangi bir Anadolu takımının kazanacağı başarı uzun soluklu olamaz. Bursaspor'un 3 kere üst üste şampiyon olması, şu anki taraftar profili ile Türk Ligi'nin marka değerini çökertir, şu anki ekonomik tablo o kadar iki kutuplu ki, değil Bursa, bu başarıyı Beşiktaş 3 sene üst üste yakalasa, ligin marka değeri yine düşer. İşte bu dengesiz beslenme şu an obezite seviyesine ulaşmıştır. Lig ihalesi çok başarılı geçmiş olabilir ama bunun takımlara yansıması hala son derece dengesiz ve adaletten uzaktır.

Başkalarının da aynı başarıya ulaşmasına yol açacak sistemleri kurmadan gelen başarıların ne kadar geçici olduğunu bu ülke sanırım defalarca ilk elden deneyimledi. Ortada, 10 sene önce Avrupa'nın kupalarını müzelerine götüren bir Galatasaray örneği varken, bugün aynı anda 2 takımla Şampiyonlar Ligi'nde yarışamamak işte tam da bu sistemsizliğin sonucudur. Bütün bunlar ortadayken, hala Bursa, Sivas ya da Eskişehir'den beklenen şampiyonluklardan medet ummak saflık değil de nedir?



Devamı - Bursaspor'un Şampiyonluğu Neyi Değiştirir?

21.03.2010

Taktiksel Risk Mi Yoksa Denizli Balı Mı?



Mustafa Denizli'nin bir bahtsızlığı vardır. Ne yapsa, ne etse "Ballı" olmaktan kurtulamaz. Risk almayı seven bir yapısı olduğundan, pek de ezber takım kuran hocalardan olmadığı için, çoğu zaman yaptığı başarılı taktiksel manevralar, bu "bal" efsanesinin altında kalır. Futbolumuzun yaklaşık 20 yıldır süregelen geyiklerinden olan bu ballı olma durumuna geçen akşam Kasımpaşa-Beşiktaş maçında tekrar şahit olduk.

Takımı 1-0 mağlup ve ilk değişikliğini sakatlık yüzünden (Sivok-Kaş) zorla yapmış olan Denizli, maçı çevirmek için büyük risk alır ve Ernst'i oyundan alır. Necip'i adeta idare eden Ernst çıkınca aslında tek başına kalan Necip için kabus, baskıdan kanatlara kaçan Kasımpaşa ortasahası için de rüya dolu dakikalar başlamıştır. Fakat Beşiktaş oyunu ilerde kurunca, kolay iki gol buldu ve maçı çevirecek gibi oldu. İşte o anda, Denizli'nin oynadığı kumarda ters zarlar gelmeye başladı. Yılmaz Vural gibi motivasyon ustası birinin başında olduğu Kasımpaşa oyunu Beşiktaş'ın sahasına yıktı ve 2. gole cevabını hemen verdi. Oyuncu değiştirme hakkını yitirmiş ve dirençli ortasahasını kaybetmiş Beşiktaş'ın da çılgıncasına hücum etmekten başka çaresi kalmadı. Sonuçta, seyir anlamında çok zevkli, özellikle de son yarım saati çok heyecanlı bir maç izledik. Denizli'nin kumarı tutsaydı, yine ballı denecekti, bir şey değişmeyecekti.

Aslında maç sonrası çevrilen muhabbetlerden anlıyoruz hala futbolun ne düzeyde tartışıldığını. Birkaç yıl önce İnönü'de oynanan Tottenham maçında, Beşiktaş'ın yediği goller İngiliz televizyonunda uzun uzun incelenmişti, atak organizasyonu ile defans bloğunun nasıl etki ve tepkilerde bulunduğu an be an diagramlarla gösteriliyordu. Aynı saatte bizim kanallarda dönen geyiklerin ise şu ankilerden bir farkı yoktu: "Bu takımla bu iş olmaz", "Tottenham bize bir gömlek fazla geldi" vs...

Bence bu ülkede, Mustafa Denizli'nin kariyeri boyunca aldığı taktiksel riskleri ve sonuçlarını inceleyen bir yazı yazılsa aslında futbolumuzda arkada kalan ve pek konuşmadığımız taktiksel süreklilik ve değişimler konusunda ciddi bir analiz çıkar. Mustafa Denizli, tıpkı Terim gibi büyük bir hocadır, fakat Terim'den farklı olarak rakibe ve maç içindeki duruma göre müdahaleleri daha can alıcıdır. Sürprizi sever ve risk alır. Aslında başarısızlığı da çok olmuştur o yüzden, hatta Terim gibi bir "takım kurucu" özelliği olmadığından da aldığı başarılar hep kısa soluklu olmuştur. Fakat Terim'in maraton taktiğinin yanında, Denizli'nin sprint taktiğinden geleceğin hocalarının öğreneceği çok şey var.

Tabii ki merak edene ve bakmasını bilene...






Devamı - Taktiksel Risk Mi Yoksa Denizli Balı Mı?

20.03.2010

Basında Yeni Bir Trend: Yönetici Transferleri



Adnan Öztürk'ün kendinden menkul hamlesi ile futbol basınımız yeni bir haber alanına sahip oldu, hayırlı uğurlu olsun. Artık yönetici transferleri ile ilgili asparagas haberleri basınımızda görmeye başlarız. Hem futbolcu transferlerine göre çok daha karlı bir alan; takdir edersiniz ki futbolcu transferleri sadece sınırlı zamanlarda yapılabiliyor, halbuki yönetici transferi 7-24 yapılabilir. Fanatik'in başlığı bile bu durumu anlatmaya yeter aslında. (Bkz. Yüzyılın Transferi)

Bu arada "Peter Kenyon transferi" ile ilgili ne İngiliz basınından ne de Dünya Futbol medyasından bir habere rastladım. Bütün linkler Türkçe web siteleri ve bloglardan çıkıyor. İlginç bir durum çünkü Kenyon İngiliz futbolunun yönetici olup da belli popülerliğe ulaşmış ender isimlerinden biri. Böylesine iddialı bir transferi, tabloid düzeyde bile olsa İngiliz basını kaçırmaz diye düşünüyorum.

Gerçi seçim öncesi bol keseden vaatler vermek bu ülkenin artık bir klasiği ama olsun Sayın Öztürk kendi alanında bu çıtayı biraz daha yükseltmiş oldu. Buradan Yıldırım Başkan'a da seslenmek isterim: Sayın Başkanım, bakın bu hamleye sessiz kalmayın, size de ex-fenerbahçe yöneticisini Beşiktaşımıza transfer etmek yakışır. Mesela Sadettin Saran'a ne dersiniz, hem Hülya Ablamızdan dolayı artık yarı Beşiktaşlı da sayılır...
Devamı - Basında Yeni Bir Trend: Yönetici Transferleri

11.03.2010

AC Milan:Roma'dan Hallice...


van der Sar 2011 Haziranı'na kadar kulüpte kalacak ama,sanıyorum bir daha bu kadar önemli bir rakibe karşı böylesine rahat bir maç çıkaramayacaktır.Aynı şekilde,Gary Neville de Ronaldinho'ya karşı oynamasına rağmen neredeyse hiç zorlanmadı. Zaten son haftalarda performansını yükseltmiş ve Scholes'la,van der Sar'la sözleşme yenileyen yönetime adeta mesaj göndermişti.Ona bunca zaman sahip çıkan Ferguson'un dahi artık Neville'yi tercih etmediği günler de yaşamıştık ama dediğim gibi böyle bir hırs göstereceğinden kendisinin dahi haberi olmadığını söyleyebiliriz.Modern bir bek nasıl olmalı sorusunun cevabını verdi oyunda kaldığı süre içerisinde,üstelik 35 yaşın verdiği olgunlukla yaptı bunu.Sanırım en güzeli de bu...
Fletcher,Park ve tabii Rooney...Bu isimler hakkında fazla konuşmaya gerek yok zaten.Rooney büyük ihtimalle futbolu bıraktıktan sonra dahi yıllarca unutamayacağı bir sezon geçiriyor.Aslında aynı şeyler Fletcher için de geçerli.Daha önce hiç bu kadar "komple" bir oyuncu olduğunu gösterememişti.C.Ronaldo'nun gidişinin yaradığı isimlerin başında geliyor ve yıllar önce Roy Keane'yi hakkında ettiği sözler için pişman ettikten sonra bugünlerde de hakkında "uzun bacaklı,sıska ve takoz" gibi yorumlarda bulunan çoğu futbol otoritesini pişman ediyor.Park ise daha farklı bir yerde duruyor.Sanıyorum,ona bu anlamda en çok yaklaşan isim Liverpool'lu Kuyt.Kadroya ismi ilk sırada yazılanlardan yani...
Milan hakkında söylenebilecekler de sınırlı ne yazık ki...3 sene önce Old Trafford'dan tarihi bir farkla dönen(7-2) Roma'dan hallicelerdi sadece.Old Trafford demişken,sarı-yeşil kaşkollar ve Glazer protestoları her zamanki gibi büyüleyiciydi...

Devamı - AC Milan:Roma'dan Hallice...

8.03.2010

Wes Brown ve Ryan Shawcross



İngilizler bu tip oyunculara "versatile"(çok yönlü) diyorlar ki Brown hakkında en doğru tanımlama da bu olsa gerek.Stoper olarak da oynayabilir sağ bek olarak da.Hiç birinde sırıtmaz ancak,hiç birinde parlayamaz da.Yine de,stoperde genç "yıldız" Evans'ı görmeye alışmış bünyelere göre Brown ilaç gibidir o bölgede.Ferguson,onu bu sene genellikle Evans'ın partneri olarak kullandı ama Vidic ve Ferdinand gelince sağa kaydırmak durumunda kaldı.Malum,O'Shea sene başından beri sakat,Neville ve Rafael'in performansı ise çok yetersiz.İşte böyle bir durumda,İskoç teknik adam şampiyonluk açısından son derece büyük önem taşıyan Wolves maçında sağ bek mevkiinde Brown ile başladı.Ancak,Brown ilk yarı biter bitmez kenara alındı Ferguson tarafından.Hepimiz tüm takım gibi Brown'un da etkisiz kaldığını,bu yüzden kenara alındığını düşündük(ki yerine giren Neville'nin bu sezonki performansı hakkında bilgi vermeye gerek yok sanırım),çünkü Ferguson'un skoru değiştirmek adına yaptığı hamleler diğer teknik adamların yaptığı,forvetleri değiştirmek veya hücum hattını yenilemek gibi hamlelerle sınırlı kalmıyor,çoğu zaman bek veya orta alan oyuncularını değiştirebilecek(bu değişiklikler skora oyunun hakimiyetinin ele geçirilmesi yoluyla etki ediyordu) ölçüde çeşitlilik barındırıyordu.Fakat gerçek bu değilmiş,Brown'un sol ayak tarak kemiğinde kırık tespit edilmiş.Tabii bu durum halihazırda defans hattını oluşturmakta zorlanan Ferguson için çok acı olsa da,olayın bir de İngiltere Milli Takımı için oluşturacağı sonuçlar mevcut.

Capello ilk olarak Ashley Cole'nin sakatlığıyla sarsılmıştı,ardından Terry skandalı ve onun ekseninde gelişen Bridge'nin milli takımdan affını isteme kararı gelmişti.Bunun üstüne bir de Brown'un olası yokluğu düşünülünce,İngiltere'nin kadroyu kurmakta zorlanacağı gerçeği ortaya çıkıyor.Capello mevcut kadrosunda Brown'u sağ bek olarak kullanıyordu.Zaten bir diğer alternatif Liverpool'lu Glen Johnson hala sakat.Sağ bek oynayabilen bir diğer isim Carragher'in de daha Capello gelmeden milli takımdan emekli olması,İngilizleri sol bek krizinden sonra bir de sağ bek krizine sokuyor.Ancak tüm bu tartışmaların ötesinde,bu sakatlıkların belki de tek olumlu yanı,bu sayede kendini gösterebilecek olan Ryan Shawcross'un kadroya çağırılacak olması.Bundan iki hafta önce,Arsenal'e karşı oynarken genç Ramsey'in ayağını kıran Shawcross o gün ilk milli davetini almıştı ama Ramsey'e öyle bir kötülük yapmıştı ki ilk milli davetine sevinememişti bile.Bu kez de Brown'un ayağındaki kırık sayesinde İngiltere'yi Güney Afrika'da temsil etme şansı bulacak.Brown'un Güney Afrika'ya yetişip yetişemeyeceği önümüzdeki hafta netleşecek.Yetişememesi halinde,Shawcross'un Güney Afrika'daki yeri bir anlamda kesinleşirken,ayrıca bir sağ bek daha aranacak ki aklıma Villa'lı Luke Young veya sakatlıktan henü kurtulan Jagielka'dan başka bir isim gelmiyor.
Devamı - Wes Brown ve Ryan Shawcross