30.05.2010

Vassell odasindaki Ataturk resminden dolayi tehditler aldi

Hic yoruma gerek yok, direk ingilizceden Vassellin kendi blogundan çeviriyorum:

Bu endisem icin diger bir sebep de guvenligim, bazi tehditkar konusmalar yasadim ve beni cok rahatsiz etti, turkiyedeki politik guc dengelerini pek bilmiyorum ve herseyden habersiz birseyler baslatmis olabilirim. Bildiginiz gibi otel odamda satin aldigim ataturk portresiyle fotograflarim cekilmisti ve sorular sorulmustu, sonra da bana bazi kisilerin onaylamayacagi politik bir durus aldigim soylendi...


"Another cause for concern is my safety, i have had some threatening conversations which have left me very uncomfortable and im so unaware of any political power struggles that i may have started something without even knowing anything… As you know i was photographed and asked about a picture of Ataturk that i bought at my hotel, then im told that im making a political statement that certain people will not condone…"

http://www.vassell.net/Ankaragucu/Blog/Entries/2010/5/29_Letter_from_a_lost_soul.html
Devamı - Vassell odasindaki Ataturk resminden dolayi tehditler aldi

22.05.2010

Karşıyaka'nın Bahtsızlığı

Perşembe akşamı arkadaşlarla beraber Karşıyaka tribünlerindeydik. İzmirle bir alakam olmamasına rağmen, Karşıyaka ve Göztepe takımlarının oluşturduğu lokal rekabeti her zaman takdir etmişimdir. İzmir'in takımlarından bu sene en bahtlısı kuşkusuz Bucaspor. Bucalılar tarihlerinde ilk kez Süperlig'e çıkarlarken, Süperlig'in (Eski adıyla Birinci Lig) eski gediklilerinden Karşıyaka ve Altay da yükselme grubunda Süperlig'e kalan son bileti kapmak için kıyasıya bir mücadeleye girdiler.

Karşıyaka son yıllarda sık sık Süperlig'in kapısını çalıyor fakat bir türlü istenen, özlenen Süperlig Karşıyakalılara kısmet olmuyordu. Perşembe akşamı da benzer bir durum yaşandı; Ziya Doğan'ın yönetiminde tam bir "Mahmutpaşa kesimi Lucescu futbolu" oynayan Konyaspor, tek şut ve tek golle maçı aldı. Karşıyaka adına ilk yarıda sahada hiç bir şey yoktu. Konyaspor çok sakin bir oyun ve sıkı alan savunması ile Karşıyaka ortasahasını sindirdi. Arada da kanattan bindirmeler ile gol aramaya çalıştı. Konyaspor'da Ziya Doğan'ın çanta oyuncularından  Celalettin Koçak gibi fuleli açıkların olmayışı Karşıyaka için olumlu bir durumdu; defansı ağır olan Karşıyaka kalesinde daha fazla gol görebilirdi.

İkinci yarıda ise, özellikle de taraftarın desteği ile Karşıyaka oyunun hakimi oldu. Fakat ortasahada Kıvanç Karakaş dışında ayağına top yakışan ve iyi top dağıtan oyuncu yok. Bu arada Kıvanç için ayrı bir paragraf açmak lazım, kendisi 1985 Üsküdar doğumlu ve bu sezonki performansı ile pek çok Süperlig ekibinin ilgisini çekiyor. Bu maçta da, Karşıyaka adına kritik pas ve şutların çoğu onun ayağından çıktı. Onu yakında başka bir takımda görebiliriz.



Erdoğan Arıca, Ziya Doğan'dan önceki Anadolu takımı hocası neslini temsil ediyor. Ziya Doğan ve benzerleri Lucescu başta olmak üzere İtalyan ve Doğu Avrupa futbol ekollerinden etkilenirken, Arıca ve nesildaşları daha çok uzun toplar ve doldur-boşaltlar ile rakibin üzerinde baskı kurmaya çalışıyor. Açıkçası bu sistem bana artık eskimiş ve geçerliliğini çoktan yitirmiş bir sistem gibi geliyor. Zaten Ziya Doğan'ın fizik gücü kuvvetli takımı karşısında yüksek topların çoğu geri döndü, 2. yarı Karşıyaka dominasyonu ile geçmiş gibi görünse de aslında topu topu birkaç ciddi pozisyon yaratılabildi.

Karşıyaka'nın aslında bu futbol anlayışı ile buraya kadar bile gelmesi mucize ..... dememek lazım çünkü bunun arkasında bence tek bir cevap var: Reha Kapsal. Reha hoca -ki kendisi Rıdvan Şimşek gibi bir yıldızı  da futbolumuza kazandırmıştır- geçen sezon adeta yeni baştan kurduğu takımla ve dar bütçeyle büyük başarı elde etti. Kurduğu bu kadro, kendisi klüpten ayrılsa da yine de aynı sinerji ile devam etti ve bugünlere geldi. Reha Hoca ilginç bir kişilik, takım kurma ve genç oyuncu bulma özellikleri ile bana Ersun Yanal'ı hatırlatıyor. Ersun Hoca'nın kurduğu Manisa ve Trabzon takımları kendisinden sonra gelenler tarafından korundu ve çeşitli başarılara ulaştılar. "Takım  kuran hoca" ile "Takım yöneten hoca" farklı şeyler gibi, bazen ikisi birden yürümeyebiliyor, sizin kurduğunuz takımı başkaları alıp başarıya ulaştırıyor. Umarım Reha Hoca zamanla sadece takım kuran değil, kurduğu takımla Süperlig'e çıkan hocalardan olur zira onun gibi yetenekli hocalara ne kadar ihtiyacımız olduğunu bu sezon hepimiz Bursaspor ve Ertuğrul Sağlam örneğinde gördük.

Karşıyaka taraftarına değinmeden geçmemek lazım çünkü onlar gecenin gerçek şampiyonlarıydılar. Tribünlerde Konyalı ve Karşıyakalı taraftarlar nerdeyse eşit sayıda olmalarına rağmen (Karşıyaka biraz daha fazlaydı) organize şarkı ve tezahüratlarıyla rakip taraftarları susturdular. Konyalılar 80. dakikadan sonra biraz da umutları azalan Karşıyakalıların izin vermesiyle, seslerini duyurmaya başladılar. Sahada maçın hakimi ve galibi Konya, tribünlerde ise Karşıyaka idi.

Süperlig'e çıkmaya çok yaklaşan Konyaspor'a tebrikler, Karşıyaka'ya da geçmiş olsun....

Devamı - Karşıyaka'nın Bahtsızlığı

21.05.2010

David Villa: Hadi Bakalim Hayirlisi...


Nihayet sonunda gerçeklesen David Villa transferi Barça için bir tasla birkaç kus vurmak anlamina geldi. Ilk olarak Ispanya'nin en iyi forvetlerinden birinin ezeli Rakip Madrid'e gitmesi engellendi. Bu kalibrede bir oyuncuyu istemeyecek takim yoktur sanirim. Ikincisi ise daha lig biter bitmez ilk bombayi patlatip transfer sezonunu açmis oldular, boylece Barça gundemde kalmaya devam etti. Ucuncu neden ise biraz daha farkli: yeni formalar tanitildi! Bu yesil olan deplasman formasi benim pek hosuma gitmedi acikcasi. Bircok kez bir takimin kendi renkleriyle alakasiz formaya geçmesinin dususun baslangici oldugunu gozlemledigimi hatirlarim (ornekleri yorumlara yazabiliriz isterseniz).

E tabi Valencia'da -ki kendileri fena halde krizdeler- nihayet oyuncusunu iyi bir fiyata satmayi basardi. Bu ise en çok uzulenler de Bojan ve Jeffren olmuslardir sanirim. Valenciali Mata da biricik hucum esini kaybetti, bakalim onlar bu boslugu kiminle doldururlar. Hala geçen sene Madrid'in bu oyuncuyu neden al(a)madigini anlamis degilim açikçasi, forma girer ve yeni takimina rahat alisirsa muthis bir transfer dogrusu...

Bu moralle Villa'dan Dunya Kupasinda muthis bir performans beklenebilir bence. Hadi bakalim hayirlisi...
Devamı - David Villa: Hadi Bakalim Hayirlisi...

19.05.2010

Ve Yılın Transferi Gerçekleşti: David Villa Barcelona'da


David Villa transferi tarih olarak sezonun ilk ve büyük olasılıkla en büyük transferi olarak gözüküyor. Oysa ki, aslında Barcelona için 2009-2010 sezonunun resmen kapanması bir anlamda... Aslında Villa 2009 yazında Barcelona yolunu tutacaktı, zaten finansal krizle boğuşan Valencia bütün oyuncularının satılmasına yeşil ışık yakmıştı. Liverpool, Real Madrid ve Barcelona'nın çok istediği Villa'nın da gönlü açıkçası Barça'dan yanaydı. Fakat ne olduysa, bu transfer gerçekleşmedi, Guardiola İbrahimovic'in yeterli bir transfer olduğunu düşündü ve yaklaşık 35-40 milyon avro bonservis istenen Villa'dan vazgeçildi. 

Fakat İbrahimoviç bu sezon İnter'deki günlerinden uzak olunca ibre yine Villa'ya döndü. The Guardian'ın haberine göre taraflar bu sabah (19 Mayıs) 40 milyon avroluk bonservis bedelinde anlaşmaya vardılar. Resmi izma töreni de sağlık kontrollerinden sonra yapılacak. 

Villa transferi ile Henry ve İbrahimoviç ikilisinden birinin gitmesi olası gözüküyor. Şimdilik Barcelona yönetimi iki oyuncusundan da memnun olduğunu açıklasa da, foma savaşında Guardiola'nın ilk alternatifi safkan bir La Liga golcüsü olan Villa olacakmış gibi gözüküyor. 28 yaşındaki oyuncunun La Liga'da Valencia forması ile 166 maçta 107 golü bulunuyor ve İspanya Milli Takımı'nın da Torres ile birlikte en önemli gol silahı. 

Bu transfer ile birlikte geçen sezondan bu zamanlara sarkan Villa defteri kapanırken, bu sezonun asıl yeni transferi için de yeşil ışık yakılmış durumda: eğer işler Barcelona yönetiminin umduğu gibi giderse Fabregas da yıllar sonra evine geri dönecek gibi gözüküyor. Fabregas'ın gelmesi ile ilk 11'den kim kesilir merak ediyorum, belki de Kaiowas'ın dediği gibi İniesta artık daha az süre almaya başlayacaktır. 

Barcelona geçen sezonun aksine transfere hızlı bir giriş yaptı. Bakalım rakipleri neler yapacak... 

Haberin kaynağı ve fotoğraflar için: http://www.guardian.co.uk/football/2010/may/19/david-villa-valencia-barcelona-arsenal
Devamı - Ve Yılın Transferi Gerçekleşti: David Villa Barcelona'da

ÇK Yükselme Grubunda: Konyaspor 3 - Adanaspor 1

Süperlig bitmiş olsa da, futbol heyecanı bazıları için hiç olmadığı kadar üst perdeden devam ediyor. İstanbul'da oynanan yükselme grubu maçları ile Buca ve Karabük'ten sonraki 3. takım da belli olacak. Dün akşam oynanan maçta Konyaspor Adanaspor'u 3-1 ile geçti ve yenişemeyen İzmirliler'in önünde şimdilik liderliği aldı. 

Maça blogun takipçilerinden Deniz kardeşimiz gitmişti, rica ettim kırmadı ve bize çektiği fotoğraftardan bazılarını yolladı. Bu arada gözden kaçmaması gereken ufak bir detay da, Konyaspor'un kazandığı maçları bir kaç ay önce geçirdiği kaza sonucu felç kalan eski futbolcuları Poljak'a ithaf etmeleri.

Yarın da hep beraber Karşıyaka tribünlerinde olacağız. Saat 20:00'de, Ali Sami Yen'de, rakip Adanaspor. İki büyük camianın İstanbul kapışmasını kaçırmayın derim. 

Devamı - ÇK Yükselme Grubunda: Konyaspor 3 - Adanaspor 1

17.05.2010

Iki Timsah Arasindaki iki gozyasini bulun

Fetullahçilari ve alenen irkçilari (bkz. Bursaspor-Diyarbakirspor karsilasmasi) simdilik bir yana birakip Bursaspor'un hakli sampiyonlugunu kutluyorum. Hosgeldin 5. sampiyon, ne de çok bekledik seni...



Devamı - Iki Timsah Arasindaki iki gozyasini bulun

16.05.2010

Sokaklar Sessiz, Bursa'ya Gitmiş Sevgilim...

Sezonun son akşamı için alışılmadık derecede sessiz İstanbul sokakları. Kadıköy'de devam eden olayları saymazsak da bu gece kendi kişisel tarihimde ilk defa "Şampiyonluk Gecesi" İstanbulumun dışında yaşanıyor. Bizim gibi burada doğup büyüyenler için kupa, aslında hep evin içinde kalan ama durmadan da salondan yatak odasına oradan da başka bir odaya geçen sarı parlakça bir nesnedir. Normalde en fazla bir seneliğine kiralanan kupaya, İstanbul o kadar uzun süre el koydu ki, kupanın bir gün bize nanik yapıp evin dışına, başka ellere gideceğine kimse inanmadı, ta bu geceye kadar... 

1984'teki Trabzonspor şampiyonluğunda sadece 3 yaşındaydım, o yüzden yaşananlar hakkında bir hatıratım yok.   1996'da Trabzon'da oynanan maça,  Kocaelispor, Gaziantepspor ve en son geçen sene Sivasspor'un şampiyonluk deparlarına şahit oldum. Ne olduysa artık, son düzlükte bu takımların nefesi yetmedi ve kovaladıkları kupa yine bizim evde kaldı. Ama hınzır Bursalılar, bu akşam kupayı bizim alıp kapıp kaçtılar, ve bizim evde de yaşayan pek çok futbolseveri de gizliden gizliye mutlu ettiler. 

Sezon başı ve sezon ortası yazdığım Bursa yazılarında değindiğim bir konu vardı: Bursaspor zaten büyük bir camia ve geçen seneye göre kadrosunu en akıllıca güçlendiren takım. Şampiyonluğu kazanmaları bu büyüklüklerinin tescillenmesi anlamına geliyor. Fakat bu olayların bir yüzü, diğer taraftan bakınca Türk Futbolu için tarihin 2. büyük dönüm noktasında bulunuyor olabiliriz. Nasıl ki Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı kazanması takımlarımız için bir milat ve yeni bir -ve gayet yüksek- bir çıta olmuşsa, Bursaspor'un bu şampiyonluğu da ülke içindeki rekabet açısından benzer bir etki yaratacaktır. Bu akşam Bursa'nın sokaklarında karnaval yaşanırken, Anadolu'nun çeşitli kentlerinde akşam yatağına girecek olan kulüp yöneticileri ve futbolcularının kafasında şu soru olacaktır: "Acaba biz de yapabilir miyiz?" 

Futbolu güzel kılan yegane şey tarihidir çünkü tarih anlatıldıkça abartılır, güzelleştirilir ve bir efsaneye dönüşür. Böyle efsane anlara çok fazla tanıklık edilmez. Kişisel futbol ajandamda, Bursaspor'un bu şampiyonluğu, 92'de Danimarka'nın ve 99'da Galatasaray'ın yaptığı ile aynı sayfaya yazılacak. Aynı sayfanın bir köşesinde şu not yer alacak: "Beşiktaş'tan zorla istifa ettirilen Ertuğrul Sağlam, başına geçtiği Bursaspor'u 1,5 senede şampiyonluk kazanan bir takım haline getirdi."

Bu haftayı Fulham'a ayırmayı düşünüyordum, artık Bursaspor ve Fulham'a ayıracağım. Yılın takımlarına gereken ilgi ve saygıyı göstermenin zamanı geldi de geçiyor. 

Tebrikler Bursa, tebrikler Bursaspor ve tebrikler "adam gibi adam" Ertuğrul Sağlam.
Devamı - Sokaklar Sessiz, Bursa'ya Gitmiş Sevgilim...

14.05.2010

Daltonlar


Jo Silva‚ izinsiz olarak ülkesine döndü.
Devamı - Daltonlar

12.05.2010

Fenerbahçe Büyüklüğü Şampiyonluk Büyüklüğüdür De

Mayıs ayında güneş gibi parlamaya devam ediyor Fenerbahçe Spor Kulübü. Voleyboldan sonra Kadın Basketbol takımı da sezonu şampiyon tamamladı. Futboldaki kaotik ortama rağmen sadece futbola değil spora gönül vermiş Fenerbahçe taraftarları mutlu mutlu izliyorlar yazın gelişini. Bu süreçte belki de tek üzücü ama aynı zamanda gurur verici olan kaçırılan Avrupa Kupası oldu.

Genelde hep hatırladığımız, özellikle kötü sonuçlar sonrası dile getirdiğimiz İslam Çupi'nin sözünü tekrar etmeye gerek yok, ama son yıllarda Fenerbahçe büyüklüğü bir çok dalda şampiyonluk ve kupa büyüklüğü olarak önümüzde dimdik duruyor...

Flying Dutchman'in organize ettiği Amsterdam buluşmasında Fırat blogunda düzenlediği Türk Futbolunun En Nefret Edilen Figürü oylamasında Aziz Yıldırım'ın neden en üstlerde olduğunu anlamadığını söylemişti. Rakip takım taraftarlarını anlayabiliyorum, kendi yönetimlerine olan kırgınlıklarından ve kızgınlıklarından doğan nefreti Aziz Yıldırım üzerinden çıkarıyorlar. Ben de demiştim ki Fırat'a ben Fenerbahçe'li olarak ne sevmek zorundayım kendisini ne nefret etmek. Hayat görüşlerimizle hiç bağdaşmayan bir tek adam olabilir, egosu dünyada ender görülen bir yükseklikte olabilir ama bu adam Fenerbahçe'yi bir spor kulübü yaptı. Tek bu neden bile benim Aziz Yıldırıma'a sempati ve daha önemlisi saygı duymam için fazlasıyla yeterli. Futbolda başarısız deniyor ona da katılmıyorum, ben çocukluktan gençliğe geçerken 'acıların takımı' ile büyüdüm her sene ilk ikiye giren Avrupa'da eh işte kendine göre birşeyler yapan Fenerbahçe Futbol Şubesi de başarılıdır gözümde.

Sonuç olarak güzel günler yaşıyoruz, tadını çıkara çıkara, gülümseye gülümseye... Tebrikler ve Teşekkürler Fenerbahçe...

Devamı - Fenerbahçe Büyüklüğü Şampiyonluk Büyüklüğüdür De

11.05.2010

Doğadan Çaldığın Yeter - Doğa İçin Çal (2)


Divane Bir Aşık Gibi'den sonra şimdi de Aşık Veysel'den Uzun İnce Bir Yoldayım, 91 sanatçı doğa için çalmış. Çok çok güzel olmuş yine...

http://www.dogaicincal.com/


Doga icin Cal 2 / Uzun ince bir yoldayim - official video from Doga icin cal on Vimeo.

Devamı - Doğadan Çaldığın Yeter - Doğa İçin Çal (2)

7.05.2010

Futbol Blogları Amsterdam'da Toplanıyor


Flying Dutchman'ın organize ettiği "FD Avrupa Organizasyonu" kapsamında bu cumartesi akşamı Amsterdam'da buluşuyoruz. Sanırım şu an altı blogger geliyor ve FD ilgili yazısında katılmak isteyen olursa rezervasyonda boşluk olduğunu söylüyor. Heyecanlı ve güzel bir gün olacak...
Devamı - Futbol Blogları Amsterdam'da Toplanıyor

6.05.2010

Son İngiliz Takımı Fulham - Bölüm 1 / Patronun Hikayesi


İngiliz futbolu dendiğinde aklımıza ne geliyor? Klasik kesim bir ada futbolu için uzun paslar, kanat bindirmeleri ve ceza sahasına yüksekten ve çizgiden inen ortalar lazım. 4-4-2'nin adeta tabu haline geldiği bu futbol tarzının bizim pek de konuşmadığımız bambaşka bir yönü var. İngilizler sadece modern futbolu icat etmekle kalmadılar, takım ruhunu da herkesten önce yakaladılar. Günümüzde disiplin kelimesi aklımıza Almanları getirse de, İngiliz futbolu aslında kıtadaki bütün rakiplerinden daha sert bir ast-üst ilişkisine ve asker disiplinine sahip bir futbol ekolüdür. Britanya'da futbolcular askerdir ve tek bir generalin emri altındadırlar: teknik direktörün. O yüzden futbol uluslararası yıldızlar yetiştirme çağına girdiğinde, nasıl İtalyan ve İspanyollar büyük futbolcu yetiştirdiyse İngilizler de önce büyük teknik direktör yetiştirdiler. Kıtada, Puskaş, Di Stefano, Sivori gibi yıldızlar varken, Britanya'da Jock Stein ve Bill Shankly gibi gerektiğinde sert, gerektiğinde babacan ama her zaman mutlak patron olan teknik direktörler yıldız mertebesine yükseldiler. Taraftarlar onların adına pankartlar açıp, zafer şarkıları söylerken Britanya futbolu da zaten ilk başarılarını bu generallerin emrindeki asker-futbolcularla kazandı.

Bölüm 1: Lizbon'un Aslanlarından Heysel Kapılarına

1967'nin "Lizbon Aslanları" hakkında çok şey yazılıp çizildi. Tamamı Glasgow ve çevresinde doğup büyümüş İskoç ve İrlandalı oyunculardan oluşan Celtic takımı, Lizbon'da Helenio Herrera'nın yıldızlarla dolu İnter takımını yendiğinde sanılanın aksine İngiliz futbolunda aslında hiç bir şey değişmedi. Bu tarihi başarı Britanyalıların takım oyununa ve  "tek yıldız vardır o da menejerdir" düsturuna daha da bağlanmasını sağladı. Zaten Lizbon Aslanları hala Jock Stein'in takımı olarak bilinir ve oyuncularının hiç biri uluslararası bir üne ulaşmamıştır. Tıpkı Shankly'nin takımını hatırlamamız ama o dönemden aklımıza doğru düzgün bir Liverpool oyuncusunun gelmemesi gibi...


Britanyalılar'ın niye böyle bir yol izledikleri ile ilgili çeşitli teoriler var. Benimkisi son derece basit bir yaklaşım: İngiltere kısa süren Cromwell dönemi dışında Viking istilasından beridir monarşi ile yönetiliyor ve bununla ilgili pek de sıkıntıları yok. Zor zamanlarda liderlerinin arkasında toplanılması ve birlik halinde hareket edilmesi gerektiğine dair derin bir inanç, kültürlerinin içine işlemiş durumda. Buna yüzyıllardır devam eden aristokrasiyi de ekleyince aslında karşımıza çıkan tablo, herkesin çocukluktan beri nerde nasıl davranması gerektiği adeta genlerine işlemiş, yerine göre hem yönetmeyi hem de yönetilmeyi çok iyi bilen bir toplum... Böyle bir toplumun sporu olan futbolda da, kralların yerini teknik direktörlerin (menejerlerin) alması kadar doğal bir şey yok.

Teknik direktörün mutlak hakimiyeti ve başarıdan sık sık rol çalmasına rağmen, İngilizler de Stanley Matthews'den beridir pek çok yıldız yetiştirdiler. Bu oyuncuların pek çoğu kıta takımlarına transfer oldu, oralarda da başarılara imza attılar. Fakat İngilizler ne kadar kıtasal mücadelenin içinde olsalar da, futbolları ve futbola bakışları hep kendilerine has oldu. Bu derin fark yüzünden de, başarılı örneklerin yanısıra pek çok üstün yetenekli futbolcu ve strateji dehası teknik direktör kıta takımlarında beklenenin çok altında performans gösterdiler.  Fark o kadar derinlere işlemişti ki, İngiliz taraftarlar ve taraftarlık kültürleri bile kıta Avrupası'nda uzaylı gibi karşılanıyordu. Bunun en acı örneği 1985'te Heysel'de yaşananlardır; İngiliz Holiganlar her maç öncesi yaptıkları koşma hareketiyle -aptalca bir fikir olmasına rağmen- Juventus taraftarlarına gözdağı vermek istediler, İtalyanlar üzerlerine koşan İngilizler'in onları döveceğini düşündüler. Aralarında pek çok kadın ve çocuğun olduğu Juventus taraftarları panik halinde çıkışlara kaçıştılar ve o arbede esnasında onlarca kişi ezildi ve hayatını kaybetti. Bu olay sonrası İngiliz takımları 5 yıl (Liverpool 8 yıl) Avrupa kupalarından men edildi. Heysel bu açıdan bakıldığında, farklı kültürlerin etkileşimlerinin bazen ne kadar ölümcül sonuçlar doğurabileceğine dair acı bir örnektir. 


Heysel faciası ve sonrasında yaşananlar aslında İngiliz Futbol Rönesansının miladı sayılabilir. Bu olay sonrası İngiliz taraftarlık kültürü baştan ele alındı. 1985 cezasına kadar Avrupa'da fırtınalar estiren İngiliz takımları bir anda oda hapsi ile cezalandırılmışlardı. Bunun futbolun kendisine de ciddi etkileri oldu. Waddle, Hoddle, Allen, Lineker ve Hughes gibi yıldızlar (sonradan buna Gascoigne da eklendi) Avrupa kupalarında oynamak için İtalya, İspanya ve Fransa liglerine gittiler. Zaten yabancıların fazla tutunamadığı ağırlıklı olarak Adalı yıldızlara sahip İngiltere ligi, bir de Adalı yıldızların en iyilerini kaybedince futbolda tepetaklak bir iniş yaşadı.

Bölüm 2: The British Empire Strikes Back!

Bu tepetaklak inişi sona erdiren ve hayata dönüşü sağlayan iki önemli olay da futbol sahası dışında yaşandı. 1992'de Birinci Lig, Federasyon'dan özerklik kazanıp Premiyer Lig adı altında bir şirkete dönüştü. Amaç, bütün Premiyer Lig takımlarının gelirlerini arttırıp, İngiliz futbolunu ayağa kaldırmaktı. En önemli gelir ise, o zamanlar potansiyeli tam kavranmamış bir kaynaktan geldi: şifreli kanallardaki maç yayınları. 1992'de yapılanma henüz tamamlandığında, Premiyer Lig yöneticilerinin yaptığı ilk iş canlı yayın ihalesi açmak oldu. İki ciddi aday yarıştı: ITV 40 milyon pound tutarında bir teklif verirken, BSkyB tam 300 milyon poundluk bir teklif ile maçları paralı kanalda yayınlamayı taahhüt etti. Döneminin en pahalı canlı yayın ihalesini gerçekleştirmeyi başaran İngilizler için de Premiyer Lig efsanesi bu ihale ile başlamış oldu.


Hikayenin bu bölümden sonrası futbolu özellikle de Britanya Futbolu'nu takip edenler için son derece tanıdık. Premiyer Lig önce diğer rakibi olan İskoç Ligi ve Old Firm'ü solladı, Ada içindeki liderliğini tartışılmaz bir hale getirdi. Sonrasında, dönemin en pahalı ligi olan Serie A başta olmak üzere Avrupa'dan futbolcu ithaline başladılar. Buna ikinci dalgada, İngiliz futbolunu benimsemiş oyuncu-antrenörler (Vialli gibi) ve yabancı teknik direktörler (Wenger gibi) eklenince, daha 10 sene öncesinde yabancı oyuncunun İrlandalı olmak anlamına geldiği İngiliz ligleri, paraya ve yabancıya boğuldu.

Yabancılar sadece futbolun seyir zevkini değiştirmediler. Oyunun yapısını, taktikleri ve saha dışını da değiştirdiler. Artık kaprisli ama son derece yetenekli Avrupalı ve Latin yıldızlarla çalışan teknik direktörler yavaş yavaş generallikten yöneticiliğe kendilerini devşirdiler. Klasik Ada futboluna alternatif İtalyan ve Fransız tarzı oyunlar ve bunların karmaları ortaya çıktı. Kıtanın sıkı idman programı da Britanya Futbolu'nun göbeğine yerleşti. 70'ler ve 80'lerde alkole ciddi yetenekler kurban veren İngiliz futbolu, yabancı hoca ve kondisyonerlerin yardımıyla profesyonel futboldaki alkol bağımlılığını asgari seviyeye indirdi. Bunun en kayda değer örneği kuşkusuz Arsenal'in kaptanı ve bayrak adamı Tony Adams'tır. Wenger gelmeden önce alkol yüzünden kariyeri  bitme noktasına gelen Adams, Wenger'in desteği ile kendini toparlamış ve üst düzey futbolunu 35-36 yaşlarına kadar sürdürebilmiştir. İngiliz oyuncular güçlendikçe ve yabancı oyuncularla rekabetleri arttıkça futbolun kalitesi kısa sürede müthiş bir sıçrama gösterdi.


Bu gelişimin baştacı herhalde 1999 Şampiyonlar Ligi finalidir. Son dakika golüyle Bayern Münih'i yıkan Manchester United, bu başarısıyla Heysel sonrası İngiltere adına ilk büyük kupayı kazanmakla kalmıyor, Premiyer Lig'de gösterdiği başarıyı kıtasal düzeye de taşıyordu. 1999'dan sonra İngilizler iki kere daha bu kupayı kazandılar. Manchester United'ın başını çektiği mücadeleye zamanla Arsenal, Liverpool ve Chelsea de katıldı. Rekabet ve kazanılan para diğer liglere o kadar fark attı ki, pek çok yıldız oyuncu İtalya ya da İspanya'da iyi bir takımda oynamak yerine, sırf Premiyer Lig'de oynamak için Bolton, Middlesborough gibi takımların yolunu tuttu. İngiliz takımlarının çoğunun hisselere sahip şirketler olması, yurtdışından ciddi yatırımcıları çekti. 3. lige kadar her ligde, neredeyse her takımı başka bir ülkenin işadamı aldı. Stadyumlar yenilendi, stad ve stad dışı gelirlerde, lisanslı ürün satışlarında patlama yaşandı. Her şey İngiliz Futbolu için güzel gidiyordu ve eğer ekonomistlerin tahmini doğruysa, İngiliz Ligi daha önce hiç bir ligin başaramadığı şekilde Avrupa futbolunu domine edecekti gelecek yıllar içinde.

Fakat ekonomik tabirle "Boom" diye adlandırılan bu lale devri düşünüldüğü kadar uzun sürmedi. Bir adamın İngiltere'ye gelişi ile bütün dengeler değişti...

Bundan sonrasını ve Fulham'ın nasıl bir ortamda başarıya koştuğunu yazının ikinci bölümünde anlatalım...
Devamı - Son İngiliz Takımı Fulham - Bölüm 1 / Patronun Hikayesi

Kaptanın İntiharı


Kaptan nasıl bir hırs yaptıyla, yaradana sığınmış basmış tekmeyi Balotelli'ye! Karşı takımın günah keçisine saldırdığı için olaylar çok da büyümemiş ama aynısını misal Zanetti'ye yapsa herhalde sahada kan gövdeyi götürürdü.


Totti bu hareketi niye yaptı, açıkçası maçın hepsini izlemediğim için bir fikrim yok. Yalnız, İtalya'da kendi şehri Roma'da bile üstün zekasından parıltılar(!) gösteren Totti fıkraları pek meşhur. Kaptan iyi futbolcu, yetenekli ve karizmatik fakat sanırım göründüğü kadar zeki değil. Zaten bu Totti'nin yediği ne ilk ne de son halt.


Roma'nın ve Totti'nin kazanacakları bir şampiyonluk bu gece Balotelli'nin baldırlarında sona erdi. Kaptan gayet Roma tarzına uygun şekilde, kendi gladio'sunun üstünde intihar etti.


Devamı - Kaptanın İntiharı

5.05.2010

Şenol Güneş ve Engin Baytar


Türkiye'den her hafta yalnızca bir takımın maçını izleyebilme hakkım olsa hiç düşünmeden Trabzon'u seçerim.Deli-dolu,tempolu bir takım...Muhakkak arkada çok önemli eksiklikleri var ama öndeki oyuncuları,gayretli,her biri birbirinden savruk,hareketleri kestirilmez,tahmin edilemez isimler...

Güneş Daum'a benzemez,daha doğrusu şu anki Dauma'a...Dönüştürmeye,değiştirmeye meraklı bir teknik adam,hiç alışık olmadığımız bir tür yani...Kesinlikle hazıra konmacı değil,korumacı,muhafazakar hiç değil.Amacı,aynı hayattaki gibi,kendini kabul ettirebilmek.Rakibi küçümsemeden tabii.Hatta titizlikle analiz ederek.Kendini tanımanın bir yolu da bundan geçer zaten:rakibini tanımak.

Engin,Burak,Umut,Alanzinho...Dahası da var:Serkan Balcı en son ne zaman zihnimizde bir iz bırakmıştı?Onur gibi bir kaleciye başka hangi teknik adam güvenebilirdi?Bu soruların teker teker ya da tümden tek cevabı Şenol Güneş'tir.Yarın Umut gol kralı olursa ya da Engin milli takıma alınırsa veya Alanzinho yurtdışına flaş bir taransfer gerçekleştirirse,bu olanların hepsini Güneş'e borçluyuz demektir.Unutmadan,bu takımın asıl temellerinin Ersun Yanal döneminde atıldığını da belirtelim.Sadri Şener yönetenler sınıfının en iyi niyetli,en "yönetilen görünümlü" başkanıdır.Dileyelim,Yanal'ı gönderirken yaptığı hatayı şimdi tekrarlamasın.

Fatih Terim Türkiye'nin en büyük hocasıdır,onun getirdiği kupanın bir benzeri daha gelmemiştir Türkiye'ye,Mustafa Denizli nev-i şahsına münhasır,özel bir adamdır.Öyle ki,dediklerine inanmak zorunda hissedersiniz kendinizi...Ama Şenol Güneş hiç abartmıyorum,Trabzonla uzun yıllar çalışabildiği takdirde,ülkenin Arsene Wenger'i olabilecek tek teknik direktördür.Bu topraklara ait bir büyü aranacaksa,ilk olarak Şenol Güneş'in o "bizden" görünüşünün altındaki sabırlı,vakur, UzakDoğulu bilgeye veya öğrenmeye aç,hırslı,Batılı aydına bakılmalıdır.

Bir paragraf da Engin için yazalım.Şimdi söylemenin pek bir anlamı olamayacak ama Engin'i uzun zamandır hayranlıkla izleyenlerden biriyim.Öncelikle,yurtdışında yetiştiğinin en iyi göstergesi olan,yüksek özgüveni beni çok etkiliyor.Topu kaybetmesi hiç umrunda olmuyor,doğru işi yapana kadar topla oynamayı seviyor.Bilekleri inanılmaz gelişmiş bir futbolcu,orta sahada da basması,top kapabilmesi onu günümüz statik orta sahalarından ayırıyor.Düzgün bir planlamayla ülkenin en önemli futbolcularından biri olabilir.
Devamı - Şenol Güneş ve Engin Baytar

La Liga'da Günün Maçı: Mallorca - Real Madrid


FC Barcelona dünkü Tenerife galibiyetiyle Real Madrid üzerinde büyük bir baskı oluşturdu. Şayet eğer bugün RM deplasanda Mallorca'yi yenemezse, cumartesi Barça kazanıp (Sevilla deplasmani, dikkat) şampiyonluğunu ilan edebilir. Şampiyonluk yarısının yanında Mallorca ve Sevilla'nin 4.luk mücadelesi kalan son 3 haftada çok çetin geçeceğe benziyor.

Mallorca ligde bu senenin sürpriz takımı, şu anda 4. durumdalar ve tarihlerinde ilk defa Şampiyonlar Ligi'ne katılmaya bu kadar yaklaştılar (ilk 4 ŞL'ye gidiyor) ve evlerinde yaptıkları 17 maçın 14'unu kazandılar. Sadece Barça ve Madrid'in daha iyi iç saha performansı gösterdiklerini unutmayalım - ki bu takımların Mallorca'dan 30 puan fazlaları var.

Gecenin maçı budur arkadaşlar. Madrid bu gece Mallorca'dan 3 puanla dönemezse kanımca Pellegrini son bir adios der, ve artık bütün yaz Madrid'in başına Maurinho mu Benitez mi geçecek diye konuşup dururuz. Fakat yine de biz Sevilla'nin bu haftasonu Barça'nın basını epey ağrıtacağını unutmayalım.

Son hafta hem Madrid hem de Barça düşmemeye oynayan Valladolid ve Malaga'yla oynayacak. Şampiyonluk yarışının yanında 2. lige düşmemeye çalışacak takımlar ve son ŞL biletini kapma mücadelesi son haftaya taşınabilir.

İyi seyirler, keyifli maçlar herkese...
Devamı - La Liga'da Günün Maçı: Mallorca - Real Madrid

Johan Cruijff: Mourinho is a bad example


Barcelona's honorary president Johan Cruyff has blasted Internazionale boss Jose Mourinho. The Dutch legend said he would not have enjoyed playing for the Portuguese manager. "I would not have wanted him as my coach," said Cruyff. "He is a great coach but a bad example. "When you join a certain status, you have more responsibility to win games only. Football is more than the simple result, it is to teach young people behavior and respect." "I'm a bigger fan of coaches like (Frank) Riijkaard, (Barcelona's Pep) Guardiola -- gentlemen. I think this sport is about something more than just winning."
Devamı - Johan Cruijff: Mourinho is a bad example

ÜLKÜCÜ GENÇLİK SAHAYA İNDİ

Günün en önemli haberi "Türkgücü Ülküspor"un kurulması. Futbol tarihimizde benzer bir örneği var mı diye bakıyorum ama bulamıyorum. Amatör bir spor klübü olarak kalırlarsa bence bir problem yok, sporcu etiği ve ahlakına uygun davrandıkları sürece tabii ki... 

Fakat işleri ilerletip, profesyonel liglerde hatta üst liglerde oynamaya başlarlarsa o zaman işin rengi değişir. Siyasi bir parti ile açıkça ilişkisi bulunan bir takımın yaptığı her maç aynı zamanda  politik mücadele olarak algılanacaktır, işin içine girecek futbol-dışı tartışma ve spekülasyonları düşünmek istemiyorum bile. 

Olumlu ya da olumsuz görüşlerden bağımsız olarak, Türkgücü Ülküspor'un kurulması haliyle diğer siyasi fikir ve partilerin de benzer takımlar kurmasının yolunu açmıştır. Bu yoldan devam etmek isteyenler olur mu bilinmez ama,  açıkçası bir futbolsever olarak siyasetin futbola asgari düzeyde temas etmesini savunuyorum. Nizam-ı alem gençliği, TKP'liler, AKP'liler ya da BDP'liler takım kurmaya kalkarsa sonumuz ne olur bilmiyorum. 

"Ülkücü gençleri sokak kavgalarından uzak tutmak için, “silah değil bilgisayar kullanın” çağrısı yapan MHP Genel BaşkanıDevlet Bahçeli, bu konuda yeni bir adım attı. Bahçeli, ülkücü gençler için, “Türkgücü Ülküspor” adında bir spor kulübü kurdurdu. 
Bahçeli, ülkücü gençlerin spor sahalarına ineceğini, kurdukları spor kulübünün adının Türkgücü Ülküspor olduğunu belirterek, “Kulübün adında Türk kelimesinin geçmesi konusunda İçişleri Bakanlığı’ndan bir mütalaa bekleniyordu. Olumlu yanıt geldi. Artık gençlerimiz için bir spor kulübü kurmuş bulunuyoruz” diye konuştu.
Kulübün beş ana dalda mücadele edeceğini kaydeden Bahçeli, bunları; “futbol, basketbol, voleybol, tekvando ve aikido” olarak sıraladı.

Atıcılık yok
Bahçeli, kulüpte atıcılık spor dalının olup olmayacağı konusunda şunları söyledi: “Atıcılık spor dalı olmayacak. Farklı şekilde ilişkilendirme yapılması ve yanlış yorumlar çıkarılmasını istemiyoruz. Bu nedenle atıcılık spor dalı olmayacak. Beş ana dalla yetineceğiz. Şimdilik yönetim kurulu oluşuyor. Sonra spor dallarının yönetimleri ve direktörleri belirlenecek.
 Şu an hocalarla temaslar sağlanıyor. Alanında profesyonel isimlerle görüşülüyor. Herhalde ilk olarak futbol takımında hızla yol alacağız. Bu takımlarımız amatör kümede rahatlıkla mücadele edebilecek seviyeye gelecek. Daha da ilerlemelerini arzu ediyoruz.”

Amblemi bozkurt
Bahçeli, kulübün ambleminin küçük bir bozkurt resmi olduğunu belirterek, “Kırmızı beyaz rekli Selçuklu motifinin ortasında, ay yıldız ve küçük bir bozkurt resmi bulunuyor” dedi.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Daha önce gençlerin sokakta kavga değil, eğitimlerinin gelişen dünyaya ayak uydurmasını istemiştik. Bu yönde başarılı da olundu. Şimdi gençlerimizin enerjilerini sokaklarda değil, sahalarda harcamaları için girişim başlattık. Bu konuda da başarıya ulaşacağımız kanaatindeyim” diye kornuştu."



Kaynak: Milliyet Web Sitesi
Devamı - ÜLKÜCÜ GENÇLİK SAHAYA İNDİ

3.05.2010

Anelka'nın Aziz Başkan'dan Ricası


Malumunuz Fenerbahçe finansal gücüyle kalecileri ve takımları dize getirmeye devam ediyor. Son dedikodular ise kulislere bomba gibi düştü. Çarşamba günü özel uçakla gizlice İstanbul'a gelen Anelka Aziz Yıldırım'la Paper Moon'da bir yemek yedi. Hasret gidilen ikili yemekten sonra geçtiğimiz hafta sonu oynanan Liverpool Chelsea maçı hakkında konuşurken Anelka'nın ilginç ricasını Aziz Yıldırım gülümseyerek karşıladı ve eski futbolcusunu kırmadı. Şampiyonluk yolunda Manchester United ile kapışan Chelsea'nın önündeki en önemli engel olan Liverpool'un kaptanı Gerrard'ı cepten arayan Aziz Başkan EPL şampiyonluk yarışına da bu şekilde karıştı. Gerrard'ın buna karşılık olarak: "Başkanım zaten Manchester şampiyonluk sayısında bizi geçmesin diye yatacağız biz ama seni mi kıracağım imzayı ben atarım" dediği öğrenildi. Bunlar olurken Aziz Başkan'nın Anelka'yla Paris aksanıyla Fransızca Gerrard ile espirili bir İngilizce konuşması dikkat çekti.

Dün oynanan maçta Gerrard kırılma noktasında Drogba'ya inanılmaz bir ara pası atarak takımının mağlubiyetide baş rolü oynamıştı...

Çivili Krampon Haber - Amsterdam
Devamı - Anelka'nın Aziz Başkan'dan Ricası

Ada'da Seçimler ve Değişim (!)


Ada'da önemli gelişmeler yaşanıyor,yaşanacak da...Bahsettiğim,Liverpool'un ruhsuz futbolu,Chelsea'nin şampiyonluğu ya da United'in son hafta inadı değil.6 Mayıs'ta ülke seçime gidecek ve büyük ihtimalle 13 yıllık İşçi Partisi iktidarı sona erecek.Küresel kriz öncesinden beri yaşanan sıkıntılardan bu yana bir takım değişimler yaşanmıştı.Kuşkusuz bu değişimlerin,siyasi ve iktisadi tesirlerinin dışında her türlü sosyal alana yansıdığını da söyleyebiliriz.Bugün gazeteler yazdı,mesela İngiliz futbolunun son Şampiyonlar Ligi'nde yarı finalist dahi çıkaramaması ya da kulüplerin birer birer borç batağına saplanmaları birer tesadüf müdür?Her köşeye sıkıştığımızda -haklı olarak- futbolun artık endüstriyel,küresel bir olgu haline geldiğinden söz ediyorsak,bu gelişmelerin,siyasi ve iktisadi konjonktürdeki değişmelerin birer yansıması olduğunu kabul etmeliyiz.

Muhafazakarların son zaferinin üstünden (1992) 18 sene geçmiş.Ardından 1997'de İşçi Partisi (Tony Blair) iktidara gelmiş.Tabii burada,İşçi Partisi'ni daha yakından tanımak için öncelikle Batılı işçilerin nerede durduklarını iyi bilmek gerekir.Yani,Thatcher dönemindeki direnişleri ve grevleri saymazsak,son yıllarda Batılı işçinin siyasi serüvenininde elde ettiği kazanımları,belirli bir demokratik çerçeve etrafında kazanılmış belli anayasal haklar ve mevcut sistem içi bir sendikacılık geleneğinden ibaret olarak değerlendirebiliriz.Dolayısıyla,İşçi Partisi pek tabii,umud edilen değişimler bir yana artan bütçe açıkları,artan yoksulluk ve Irak ve Afganistan gibi yaralar açarak çekiliyor Ada'nın siyasetinden.

İşçi Partisi'nin en sadık destekçilerinden biri olan Guardian dahi son seçimlerde Gordon Brown'un arkasında olmadığını bildirdi.İngiltere'nin Obama'sı,Liberal Demokrat Nick Clegg'i destekleyeceklermiş.Gerek seçim sistemindeki reformlar için gerekse azınlık sorunları,sosyal adaletsizlikler gibi konularda değişime daha hevesli olarak görünüyormuş Clegg.Böyle konularda Liberal Demokrasi ne ölçüde bir çözüm getirebilir tartışılır.Ancak ilginç olan,geldiğimiz noktada giderek güçlenen Muhafazakarlar ve Liberal Demokratlar mevcutken,İşçi Partisi'ne ait desteği giderek kaybolmasıdır.Adı üstünde Muhafazakar Parti'nin,ana sloganının "değişim" olması da bir başka ironidir.Ancak asıl değişimi gerçekleştirmesi gerekenlerin küresel resesyonlardan ve siyasi buhranlardan etkilenip edilgen hale gelmesi tüm muhalefet için böyle bir sloganı zaruri kılmıştır.

Britanya'nın mevcut seçim sistemindeki(sadece genel hatlarıyla bildiğim için detaylandıramayacağım) çarpıklıklar sebebiyle İşçi Partisi hala parlementoda en çok sandalyeyle temsil edilme şansı olan parti.Ancak anketlerde,Muhafazakar Parti'nin gerisinde,Liberal Demokratlar ile yarışır bir vaziyette.Çok temsilcinin çıkarıldığı küçük bölgelerde İşçi Partisi'nin önde olması sandalye yarışında daha avantajlı bir noktaya taşıyor Brown'u.Fakat seçim büyük ihtimalle koalisyonla sonuçlanacaktır.Peki,İşçi Partisi iktidarı sona erince sorunlar çözülecek midir?Obama Amerika'sında ne kadar çözüldüyse,o kadar çözülecektir.

Sosyalistler her zamanki gibi en arkada,seçim sisteminin onları yok saydığı yerde,usulca tarihin onları haklı çıkaracağı günü bekliyorlar.Zira ne acıdır ki herhangi bir müsibet yaşamadıkça onlara kulak vermek,dinlemek pek adetimiz değil.Yine sandalyesiz kalacaklar ve siyasi mücadelelerini legal platformlarda yürütmediklerine dair eleştiriler alacaklar.

6 Mayıs'ta İngiltere,Galler,İskoçya ve Kuzey İrlanda yöneticilerini seçecek,ancak durumun diğer seçimlerden daha vahim olduğunu belirtelim.Çoğu Avrupa ülkesi gibi Britanya'da,Yunanistan ve Portekiz gibi ciddi ekonomik bunalımların içerisinde.Tabii bunun etkileri kısa sürede diğer alanlara da yayılmakta.Kısacası 7 Mayıs sabahı Britanya Adası yeni bir siyasi iktidarla uyanmış olsa da ne bütçe açıklarının ne fütursuz borçlanmaların ne ayrımcılıkların ne de batak veren İngiliz futbolunun halinde bir değişme olacaktır.
Devamı - Ada'da Seçimler ve Değişim (!)

1.05.2010

Şükrü'nün Lazio'sundan Irriducibili'ye: Roma'nın Çöküşü

SS Lazio bu sene dip yapar gibi oldu ya, sağolsun bizim çok duyarlı futbolseverlerin bir kısmı hemen bayram yapmaya başladılar. "Niye?" diye sorduğumuzda ezberci eğitim sisteminin teşekkür belgesi gibi cevaplar hazır hepsinde: "Irkçılar yeaaaa, Ultras, Curva Nord, Pis Kaka!". Doğrudur, Lazio'nun aşırı sağa meyletmiş, Duce'yi hala önder belleyen bir "ultras" grubu var, tıpkı bütün İtalyan takımlarının "ultras" taraftar grupları olduğu gibi. Bu taraftar grubunun Irkçı oldukları da doğru, ama yine de insan sormadan edemiyor: bir camiayı bir taraftar grubu ırkçı diye, toptan yaftalayıp kümeye göndermek de flama ırkçılığı değil mi?

Lazio ülkemizde en fazla haksızlığa uğramış takımlardan biridir. Aslında simetrikleri Livorno'dan çok da farkları yok: biri Duce diyor, diğeri de Che. Yolun iki farklı yarısında yer alsalar da, ortak metodu uygulayan yani amaçları için şiddeti yücelten iki ikon lider. Fakat ilginçtir, Livorno bu ülkede ne kadar yüceltilirse, Lazio da o kadar aşağılanır. Tu-kaka addedilen Lazio yaşadığı bütün krizlere rağmen, hala Calcio denilince akla ilk gelen takımlar arasındadır, dünyanın her yerinde de tanınır. Bu tanınırlık çoğu zaman futbolu ve oynattığı ünlü futbolcular sayesinde olmuştur. 90larda İtalya'da yaşanan bollukta, Lazio dönem dönem dünyanın en iyi futbolcularına sahip olmuş bu sayede benim gibi pek çok yabancı tarafından tanınmış ve sevilmiştir. Fakat ne olduysa, 2000 yılından sonra oldu: kötü yönetim, harcanan paralara karşılık olarak gelmeyen başarılar, üstüne şike söylentileri eklenince Lazio uzun süren bir çöküş yaşadı. Aynı dönemde, ezeli rakipleri Roma ise Totti ve Capello önderliğinde ikinci altın çağına girince, kentteki dengeler bir anda değişiverdi. Zaten, Roma kenti ağırlıklı olarak A.S. Roma'yı tutan bir kent, buna bir de Lazio'nun sportif ve ekonomik çöküşü eklenince kentin en zengin kulubü bir anda yıldızları sökülmüş ve bir avuç fanatik taraftarı ile başbaşa kalmış bir halde buldu kendini.

Lazio'nun başına gelenler, çöküşe geçen her camianın başına gelecek şeyler. Başarı ve para kaynakları kuruyunca, takımı destekleyen taraftarlar da yavaş yavaş camiadan kopmaya başlarlar. Geriye hep, sayısı az ama  son derece fanatik taraftar grupları kalır. Bu taraftar grupları da çoğu zaman mavi yakalı ya da işsiz sınıftan çıkan ve kentin politik aurası nereye meylediyorsa o görüşün partizanlığını da yapan 20-35 yaş arası kızgın erkeklerden oluşur. Bu olay ne Lazio'ya özgüdür, ne de sadece İtalyan futbolunun gerçeğidir. Mesele bakılan perspektif noktası ile ilgilidir: Lazio'ya ırkçı takım yakıştırması yapılıp, ırkçılığı resmi politikası haline getiren Bask klüpleri ayakta alkışlanıyorsa o zaman problem Lazio'da değil bakanın gözlerinde ve dünya görüşündedir.

Benzer bir durum şu an Livorno'nun başına gelseydi eminim bizim sportmen medyanın bir bölümü, çoktan ağıtlar döküp ve kötü şiirler kaleme almışlardı. Fakat uçurumun kenarında olan karşı kamptan olunca, derin bir sessizlik ile bekleniyor felaket...

Halbuki Livorno da, Lazio da futbol işine renk katan takımlar. İkisini birden sevmek çok mu bizim gibi futbol dilencilerine? En azından zamanında formasını giymiş Şükrü Gülesin aşkına, ona kalplerinde yer açan ve yıllar geçse de unutmayan Lazio'lu taraftarların hatrına, bu takım sevilmez mi? 

Blog'un ilk yazılarından biri olan ve Şükrü Gülesin'e ait olan şu kısa hikayeyi anlatan yazı ile bitirelim:

Şükrü Gülesin ile ilgili bildiğim en güzel anı ise bize bir zamanlar futbolun ne olduğunu çok iyi anlatıyor. (Hikaye Yiğiter Uluğ'un Haticeye Mektuplar Kitabından alınmıştır.)

1974 dünya kupası finalini izlemek için Almanya Münih'e gelen ekipten Şükrü Gülesin, maç sonrası acıkan karnını doyurmak için kafileyi peşinden yolda gördükleri bir İtalyan lokantasına sürükler. Spagettileri söylenirken, Gülesin 15-16 yaşlarındaki garson çocuğa italyanca sorar:

"Hangi takımı tutuyorsun"
"Lazio."
"Sukru Gulesin'i tanıyor musun?"
"Hayır."
"Baban da lazio'lu mu?"
"Evet"
"Ne yapıyor şimdi?"
"İçerde, mutfakta."
"Git, babana "Sukru Gulesin geldi seni görmek istiyor" de."

Çocuk biraz şaşkın, biraz da zorlama şekilde içeri gidiyor.
O içeri giderken biz de geçmişe dönelim,
Şükrü Gülesin'in İtalya'da fırtına gibi estiği yıllar. Palermo'daki başarısından sonra daha büyük bir ekibe, Lazio'ya transfer olur Gulesin. Orada da gollerine devam eder. İlginçtir, her mac sonrası evinin kapısına asılı bir istakoz buluyor. Ne kendisi ne de eşi iskatozları bırakan şahsı görmüyorlar. Hatta bir kaç kere sabahlayıp kapının başında meçhul yabancının gelmesini beklerler fakat yabancı ikisine rağmen yine her pazar akşamı kapılarına semiz istakozları bırakmaya devam eder.

Restorana dönelim yine,
Çocuğun mutfağa şaşkın ve biraz da isteksizce yönelmesinden hemen sonra, içerden Şükrü Gülesin'in yaşlarında bir adam heyecanla çıkıverir. Islak ellerini önlüğüne siler ve italyanlara özgü o abartılı ama samimi micazıyla "Sukru, Sukru, inananmıyorum buna. Bir mucize olmalı" diyerek gider sarılır eski laziolu futbolcuya. Gulesin biraz da bu ilginin saskınlıgında sorar adama:
"Demek beni hatırladın?"
"Nasıl hatırlamam? Sen benim en sevdiğim futbolcuydun." der ve sonra biraz da mahcup bir tonda devam eder. "Peki sen istakozları hatırladın mı? Hani pazar geceleri kapında bulduğun istakozları."
"Evet..."
"İşte o istakozları getiren bendim. Balık halinde çalışıyordum o zamanlar."

.......

Fotoğraf: Şükrü Gülesin, Lazio formasıyla. Wikipedia İtalyanca Şükrü Gülesin maddesinden alınmıştır 
Devamı - Şükrü'nün Lazio'sundan Irriducibili'ye: Roma'nın Çöküşü

ES-ES - A.C. Milan İşbirliği

Bir süredir konuşulan Eskişehirspor-A.C. Milan işbirliği nihayet bir protokolle resmiyet kazanmış. Türk futbolu ve Eskişehirspor için faydalı olacağını düşündüğümüz bir işbirliğinde iki takıma da yarayacak çeşitli ortak çalışmalar var:

- Eskişehirspor Kulübü A takım ve altyapı teknik direktörlerimiz AC Milan kulübü tesislerinde kalarak onların tecrübelerinden faydalanacaklar
- Eskişehirspor Kulüp doktoru dünyanın en önemli sporcu sağlık merkezi Milan Lab’de eğitim alacaklar
- Eskişehirspor Altyapı oyuncuları AC Milan kulübü altyapısında eğitim alabilecek
- AC Milan altyapı teknik direktörleri Eskişehirspor Kulübü’ne gelerek gerekli eğitimleri verecekler
- AC Milan, Eskişehirspor Kulübü A takımına iki kulübün üzerinde anlaştığı oyuncuları verebilecek
- İki kulüp programları doğrultusunda belirlenecek şehirde dostluk maçı yapacak ve geliri hayır kuruluşlarına bağışlanacak
- İki kulüp bu işbirliğini sembolize eden ürünler üretecek ve taraftar mağazalarında satışa sunulacak
- AC Milan kulübü Eskişehirde ortak bir futbol okulu açacaktır.

Görüldüğü gibi, sırf Pilot Takım - Ana Takım ilişkisinin ötesinde, iki takıma da faydalar sağlayabilecek çok boyutu olan bir antlaşmadan bahsediyoruz. A.C. Milan ürünleri Eskişehirspor sayesinde özellikle kentte (ve kısmen Türkiye genelinde) satış patlaması yaşayacaktır. Hala dünyanın en iyi altyapılarından birine sahip olan A.C. Milan klübünün altyapı tecrübesinden faydalanmak, Eskişehir camiası için adeta altın tepside gelen fırsattır, umarım bunu çok iyi değerlendirirler. 

Taraftar forumlarında bu işbirliği ciddi bir heyecan yaratmış durumda. Türkiye'nin belki de takımına en bilinçli sahip çıkan taraftar profili de burada kendini gösteriyor, takımlarının bu işbirliğinden öğrenecek çok şeyi olduğuna inanan Es-Es'li taraftarlar, sağlık yönetimi ve ürün pazarlaması konusunda Milan'ın örnek alınması gerektiğinde hemfikirler. 

Blog yazarımız Eren Belçika'da yaşadığı dönemde bizlere İngiliz takımları ile Belçikalı takımlar arasındaki işbirliğinden bahsetmişti. Oradaki uygulamalarla kıyaslandığında, Eskişehir-Milan işbirliği iki takım için de çok daha fazla potansiyel vaat etmekte. Şimdi Eren Milano'ya yerleşti, gerçi daha çok Curva Nord ile takılsa da, oradan bizlere bu işbirliği ile ilgili yaşanacak gelişmeleri haber vereceğine eminim. (Böylece bu işi de ona paslamış oldum, rahatladım) 

Son olarak şunu belirtmek lazım, bu işbirliği Türk futbolu için önemli bir kilometre taşıdır. Başarılı olmasını bir kenara bırakın, artık Anadolu'daki camiaların, kendi potansiyellerini aşmak için uluslararası işbirliklerine gitmesi gerektiğinin, bunun -en azından kağıt üzerinde- çok da imkansız olmadığının kanıtıdır bütün bu yapılanlar. Pastası paylaşılmış Türk pazarından yeterince beslenemeyen Anadolu takımları için her türlü uluslarası işbirliği hayati derecede önemlidir. Bunu ilk farkeden Gençlerbirliği olmuştu; zamanında Belçika üzerinden yürüttüğü ortak çalışmalarla takımına ve Türk futboluna pek çok oyuncu (Eskişehirspor'da da oynayan Youla gibi) kazandırmıştı. Eskişehirspor camia olarak çok daha büyük bir potansiyele sahip, Gençler'in açtığı bu yolda daha da büyük adımlar atacaklarına eminim. Darısı, hala takımlarını esnaf mantığı ile yönetilendiğer Anadolu takımlarının başına... 

Not: Keşke Ümit Karan forması yerine, özel yapım bir Fethi Heper forması verselermiş Milan yetkililerine. 
Devamı - ES-ES - A.C. Milan İşbirliği